17.8.11

Rotheneuf kıyılarında granit heykeller...

Korsanların şehri Saint-Malo'nun eski köyü, günümüzde ise şık semtlerinden biri Rothéneuf'deyiz. İki sene üst üste yeni yıla girdiğimiz Le Benetin Restoran'ın denizle birleştiği noktadaki kayaların bir din adamı tarafından tam 16 yılda büyük bir sabırla şekillendirilmesinin ürünü heykeller ta Manş Denizi'ne, Emerald Kıyıları'na kadar uzanıyor. Bu heykeller 1945 yılında ressam Jean Debuffet tarafından ortaya atılan İngilizce "outsider art" ya da Fransızca "art brun", Türkçe ise "ham sanat" akımının en güzel örnekleri. 1948 yılında Dubuffet, Breton ve Tapie, "art brut"ü kurmuşlar. Bu sanatçıların amacı; kendi kendini yetiştirenlerin, meşhur olmayanların, mahkümların veya ruh hastalarının ürünlerini ortaya çıkarmakmış. Herhangi kültürel bir gaye gütmeden ortaya çıkartılan spontan şaheserler de diyebiliriz bu ham sanat örneklerine.

Rahip Abbot Fouré (1839-1910) geçirdiği bir rahatsızlık neticesinde sağır ve dilsiz olunca manastırdaki görevinden ayrılıp Saint Malo'nun diğer bir semti Paramé'ye yerleşir. 1894 ile 1910 yılları arasında Emerald Kıyıları'ndan ve 16. yüzyılda orada yaşayan bir korsan aileden aldığı ilhamla da Rotheneuf'un granit taşlarını şekillendirerek insanı şaşırtan bu heykelleri meydana getirir.
Denize uzanan 600 metre yüksekliğinde bir granit tepe üzerine 300 adet heykel şekillendirir Foure. Bazı figürler o dönemin tarihsel gerçeklerini yansıtıyor, 1. Boer Savaşı, efsanevi Bröton Aziz-Budoc ve büyük kaşif Jacques Cartier gibi.

Dalgalar, mevsimsel ısı değişimleri, rüzgar gibi dış etkenlerle zaman içinde erozyona uğramış insan ve hayvan figürleri halen her sene meraklı turistleri kendine çekmekte.

12.8.11

Şatoda 16. yüzyıla minik bir ziyaret...

Dün akşam Kanada'yı 1534 yılında keşfeden ve Fransa'nın kolonileri arasına katan, korsanların şehri Saint Malolu Jacques Cartier'nin hayatının son 16 yılını geçirdiği Rotheneuf'deki minik şatosunda 16. yüzyılın yaşatıldığı tiyatral gösteri ile şatonun cephesinde yapılan animasyonlu ışık gösterisindeydik. Üç gün önce şatoda yaptığımız rehberli gezinti sırasında ve sonrasında Jack Cartier ile ilgili yazımı yazarken internetten araştırmalarım sonucu öğrendiğim bilgiler Cartier'nin hizmetçisi ve eşi Catherine'nin tiyatral gösterisi sırasında verdiği bilgilerle pekişti.

Jacques ve Catherine Cartier'in hizmetçisi hem sebze çorbası hazırlıyor hem de o günlerdeki günlük yaşamdan bahsedip arada Cartier çiftiyle ilgili minik dedikodular yapıyor.

Mutfaktan, hizmetçinin yanından ayrılıp azıcık çekiştirdiği hanımı Catherine Cartier'in bulunduğu salona geçiyoruz.
Madam Cartier rolündeki hanım üç gün önce şatoyu gezerken bize rehberlik eden kişi. Yıllardan 1541 Jacques Cartier Kanada'ya doğru üçüncü yolculuğuna çıkmış. Eşi 4 aydır şatosunda yanlız. Eh, yanlızlık zor tabi. Bize biraz dert yanıyor Catherine. Elindeki kumaşa üç harf işlemiş, CDG. Bize bu harflerin anlamını soruyor. Toplam 20 kişi kadarız gösteriye katılan. Bir kaç kişi "Charles de Gaule" diyor. Ben dersini iyi çalışmışbir öğrenci edasıyla sizin isminizin "Chaterine des Granches" inisiyalleri diyorum. Ve bingo.

Ardından bahçeye çıkıp Cartier'nin tayfalarıyla Kanada'da kaldığı kış boyunca oynadığı ahşaptan oyma oyunları oynadık Brötanya'ya özgü elmadan yapılma az alkollü cidrelerimizi yudumlarken. Saat 22.30'da şatonun avlusunda şatoya cephe sandalyelerde gösteri için yerimizi aldık. Müzikli, ışıklı animasyonlar eşiliğinde tarihçe bir kez daha baştan sona anlatıldı. Havanın soğuk olmasına rağmen iyi ki sebat edip beklemişiz bu muhteşem gösteriyi. Tek kelimeyle "muhteşemdi". Ben artık susuyorum, fotoğraflarım konuşsun...















8.8.11

Saint Malo'dan Kanada'ya, Jacques Cartier...

1491–1557 yılları arasında yaşamış, Kanada'yı keşfeden Fransız denizci Jacques Cartier'nin son 16 yılını geçirdiği Saint Malo'ya bağlı Rotheneuf köyündeki müzeye dönüştürülmüş minik şato evindeyiz. Jacques Cartier'in tüm resimleri ve portre heykelleri hayal gücüne dayalı olarak yüzyıllar sonra yapılmış. O dönemde de eli kalem tutan bir kara kalem ustası portre resmini çalışmamış demek ki.



Ev üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm 15. yüzyılda inşa edilmiş, ikinci bölüm ise 16. yüzyılda Cartier tarafından ilk binaya ilaveten inşa edilmiş. 3. bölüm ise Cartier'den çok sonra 19. yüzyılda 2. binaya ilave olarak inşa edilmiş. Biletlerimizi kestirip 3. binanın üst katına, video gösterisine çıkıyoruz. Video Cartier'nin keşif amaçlı Kanada'ya yaptığı üç deniz yolculuğundan bahsediyor.

















Şöyleki;
"Jacques Cartier 1491 yılında Brötanya'nın kuzey batısındaki liman şehri Saint Malo'da doğdu. Cenovalı denizci Kristof Kolomb 1492 yılında Cartier tam 1 yaşındayken Atlantik Okyanusu'nu aşarak Kuzey Amerika'ya ulaşmış. İskandinav Vikinglerinin yüzlerce yıl önce Amerika'ya ulaşmış olduğu bilinse de, Amerika'nın kaşifi olarak kayıtlara geçen Kristof Kolumb. Ya Amerigo Vespuci, ona ne demeli?

İşçi sınıfından bir aileye mensup Cartier teknelerde çalışmaya temizlik işçisi olarak başlıyor. Zaman içinde teknede daha üst görevlere geliyor ve güvenilir bir denizci olarak adı duyulmaya başladığı sıralarda ki bu 1520'lere denk geliyor aristokrat bir aile olan Granches'ların kızı Mary Catherine des Granches ile evlenerek sosyal statü atlıyor. Saint Malo'da vaftiz babası olarak da adı duyuluyor.

(İlk yolculuk 1534)
1534 yılında Fransa kralı I. François ile tanışıyor ve hemen bu tanışmanın akabinde aynı yıl krala bağlı olarak doğuya giderek, Asya'nın zenginliklerine ulaşmayı umuyor.



Korsanlarla piratların farkını biliyor musunuz? Korsanlar kral ve ülke hesabına keşif yapan, yeni bulduğu yerlerdeki zenginlikleri ülkesine getiren legal denizci. Pirat ise free-lance çalışıp yağmaladığı ganimetleri zimmetine geçiren denizci.





Kanada'yı keşfettikten sonra kayıtlara geçiren, haritaya Saint Lawrence Körfezi'ni ve Saint Lawrence Nehrini ekleyen legal korsan, kaşif Jacques Cartier'nin ilk yolculuğu 1534'de gerçekleşiyor. Ondan beklenen yeni keşfedeceği kara parçalarında altın ve diğer değerli taşlara ulaşması ve onları Fransa'nın zenginliğine katması. Okyanusu boydan boya geçmek tam 20 gününü alıyor. Newfoundland'ın bir bölümü, Kanada'nın Atlantik üzerindeki bugünkü vilayetlerini ve St. Lawrence Körfezi'ni keşfediyor. Kuş adalarındaki ilk duraklamalarında gemi tayfaları yaklaşık 1000 kadar kuş avlıyor. Bu avladıkları kuşlardan çoğu "great auks" adlı günümüzde nesli tükenmiş bir kuş. Eh, o dönemlerde bu keşiflerle doğanın içine etmeye başlanmış bile. Cartier Kanada'nın aborijinleriyle Kanada'nın kuzeyindeki Chaleur Köyü'nde karşılaşıyor. Gaspé Koyu'na çaktığı 10 metrelik tahta haç üzerinde "Long Live the King of France/Fransa Kralı çok yaşa" sözleri yazıyor. Cartier 1534 Eylülünde Fransa'ya dönüyor Asya kıyılarına ulaştığı düşüncesiyle.

(İkinci yolculuk, 1535–1536)
İlk yolculuğu takip eden sene 3 gemi, 110 denizci ve 2 yerliyle Jacques Cartier tekrar yelken açıyor. St. Lawrence'a ulaşır ulaşmaz nehirde yukarılara doğru ilerliyor. Şef Donnacona tarafından yönetilen Stadacona'nın başşehri Iroquian'a ulaşıyor.

Jacques Cartier büyük gemisini Stadacona kıyılarında bırakıp, küçük gemiyle nehirde yoluna devam ediyor. Şimdiki adı Montreal olan Hochelaga'ya ulaşıyor. Montreal Adasına ulasan Jacques Cartier oradaki yerli halkın kendisine tütün sunmasından sonra günlüğüne "vücutlarını, ağızları ve burunları sanki birer bacaymış gibi tütene kadar, dumanla dolduruyorlar", "biz de onları taklit ettik, ancak duman biber gibi acıydı ve ağzımızı yaktı" diye yazmış. Bu da tütün alışkanlığının Avrupa'yı ve tüm dünyayı nereden başlayarak kara veba gibi sardığının bir kanıtıdır.

Hochelaga'yı küçük bir köy olan Stadacona'dan daha etkileyici buluyor. Nehirdeki hızlı akıntı yüzünden daha ileriye gidemiyor.

Iroquoianlar Amerika'nın 1580 yılına kadar St. Lawrence Nehri kıyısında yaşayan yerlileri. Kendi dilleri Iroquoianca konuşuyorlar. Iroquoianlar Kuzey Afrika'nın diğer yerli halkı Mohikanlılar tarafından bölgedeki hayvan postu ticaretini ellerine geçirmek adına katlediliyorlar ve yok ediliyorlar.

Hochelaga yerlileriyle iki gün geçirdikten sonra Cartier Stadacona'ya döndüğünde kış şartlarının iyice ağırlaşması ve etrafın buzlarla kaplanması nedeniyle o kışı Stadacona'da geçirmeye karar veriyor. Cartier ve tayfası o kışı odun istifleme, oyun ve balık tuzlama ile geçiriyor. Nehirdeki buz kütleleri 1.8 m boyutunda, doğanın üstündeki kar örtüsü ise 1.2 metreye ulaşmış. Doğanın zorluklarına ilave denizciler ve yerliler arasında C vitamini eksikliğine bağlı iskorbüt hastalığı baş gösteriyor. Cartier yerlilerden yaklaşık 50 kişinin bu hastalıktan öldüğünü, 110 denizciden ancak 10 tanesinin sağlıklı olduğu ve hastalarla ilgilenebildiğini notlarına düşmüş. Beyaz ladin ağacı kabuğunun kayatılmış suyunun iskorbüt hastalığının tedavisinde birebir olduğunu öğrendiklerinde tayfalardan 25'i hayatını çoktan kaybetmiş bile. Cartier ağaç kabuklarını kaynatarak elde ettikleri sıvıyı içtiklerinde hayatlarının kurtulduğunu, bunun bir mücize olduğunu söylüyor. Hastalığa bağlı olarak Cartier ve hayatta kalan 85 adamı tüm dişlerini kaybediyorlar.

1536 Mayısı, dönüş yolunda Cartier Şef Donnacona'yı Fransa'ya götürmeye karar veriyor. Amacı geldiği topraklardaki altın, değerli taş gibi zenginlikleri krala bir yerlinin ağzından anlatmak. St. Lawrence Nehri'nden aşağıya çetin bir yolculuk akabinde 3 haftada Atlantik Okyanusu'nu geçip Saint-Malo'ya 1536 yılının 15 Temmuz'unda ulaşıyor.

(Üçüncü yolculuk, 1541–1542)
1540 yılında, Fransız kralı I.François Bröton denizciye Kanada'ya dönmesini ve "Kaptanı Derya" ünvanıyla o toprakları Framsa'nın kolonilerine katmasını emrediyor. 1541 Mayıs'ında Cartier Saint-Malo'dan bu sefer 5 gemiyle yelken açıyor üçüncü yolculuğuna ancak gemidekiler arasında maalesef şef Donnacona'yı geri götüremiyor. 1536 ile 1541 Cartier ve ekibinin üçüncü kez Kanada'ya doğru yelken açışına kadar bu 5 sene içinde Donnacona Saint Malo'da hayata gözlerini yumuyor. Kanada'da yerlilere şeflerini geri getiremediğini anlatmakta hayli zorlanıyor Cartier. Şarka ulaşma düşüncesi artık unutulmuş. Bu seferki amaç "Saguenay Krallığı" ve onun zenginliklerine ulaşmak ve St. Lawrence Nehri kıyılarını Fransa'nın kolonileri arasına katmak.

Stadacona kıyılarına demirleyen Cartier yine yerli Iroquoianlarla buluşuyor. Buraya yerleşmekten vazgeçip nehirde birkaç mil daha kuzeye ilerliyor, günümüzde adı Cap-Rouge, Quebec'e yerleşmeye karar veriyor. Gemide beraberinde gelen hükümlüler ve diğer kolonistler ile üç ay boyunca gemide yaşam savaşı veren sığırlar bu bölgeye yerleşip şalgam, lahana ve marul tohumlarını ekmeye başlıyorlar bile.

Tayfalar elmas ve altın olduğuna inandıkları taşları toplayıp gemilere yüklüyorlar. Fransa'ya vardıklarında bu taşların sadece kuvars kristalleri ve demir piritleri olduğu anlaşılıyor. Bu da Fransa'nın atasözlerinden birini: "faux comme les diamants du Canada/Kanada'nın elmasları gibi gerçek değil" ortaya çıkmış.

Topraklarının sömürülmeye başladığını nihayet anlayan Iroquoianlar Cartier ve ekibine eskisi gibi dostane davranmıyorlar. Yerliler bölgeye yerleşen Fransızlara saldırıp 35'ini öldürüyorlar.

Cartier 1542 Haziran'ında Fransa'ya doğru yelken açıyor.

Profesyonel denizci ve kaşif Cartier bu çıktığı üç büyük keşif yolculuğunda hiç gemi kaybetmeden geri dönüyor. 50'den fazla bakir limana girip ve hiç kaybolmuyor, salgın hastalığa yakalananlar dışında hiç adam kaybetmiyor.

Cartier hayatının son yıllarını Saint Malo'da Portekizce tercümanlık yaparak geçiriyor. 1608'deki Kanada'ya Avrupalıların asıl büyük göçünü göremeden 1557'de 66 yaşında salgın hastalık tifodan hayata gözlerini yumuyor. Saint Malo'daki St. Vincent's Katedrali'ne gömülüyor.

Cartier Saint Lawrence Nehri kıyılarındaki toprakları dokümanlarda Kanada diye kayıtlara geçiren ilk kişi. Kanada adı yerli Huron-Iroquois dilinde köy, toprak, yerleşim anlamlarına gelen "kanata" kelimesine orijinli. Cartier notlarında Stadaconalı yerli Iroquoialılar için Kanadalı kelimesini kullanıyor. Daha sonraları Saint Lawrence ve kıyılarına yerleşen Fransız kolonistler için Kanadalı, topraklar içinse Kanada denmeye başlıyor ta ki 19. yüzyılın ortalarına kadar. Bu tarihten sonra Fransız ve İngiliz kuzey Amerikasına bütünüyle bu ad veriliyor."



Video gösterisinden sonra Cartier'nin hayatının son 16 yılını geçirdiği minik şato evini (manoir) rehber eşliğinde gezmeye başlıyoruz. Cartier bu ev öncesinde surların çevrelediği, korsanların şehri Saint-Malo'da yaşıyormuş. Saint Malo'nun o dönemde pek de güvenli olmaması, evlerde tuvalet bulunmaması nedeniyle insanların akşam yataklarının yanına koydukları oturaklara tuvaletlerini yapıp, sabah bu dışkıları pencereden dışarıya savurmaları neticesinde salgın hastalığın artmasıyla şehir dışına taşınmış. Hele bir gün Saint Malo sokaklarında yürürken bir evden lazımlığın Cartier'nin soylu eşi Catherine'nin başından aşağı boşaltılması neticesiyle Saint Malo'nun surlarının dışına taşınmaları kararını acilen almışlar. Bu eve taşınmasının diğer bir nedeni de Cancale ile St.Malo arasındaki deniz trafiğini gözleyebileceği bir evede oturma isteğiymiş. Evleri ısıtmada problem yaşandığından o dönemde evlerin kuzeye bakan duvarlarında hiç pencere bulunmazmış. Alışık olunmadığı halde yatak odasının kuzeye cephe duvarına bir pencere açtırmış Cartier deniz trafiğini geözleyebilmek adına. Müzede gezerken diğer bir pencerenin yerle birleşimine bir delik açılmış olduğunu görüyoruz.


O duvardaki delikten binanın dışına, cephesinden aşağıya akıyordu demek dışkılar. Ay, ne iğrenç.



Cartier bu bölümü büyük olasılıkla tuvalet olarak kullanmış. Duvarda 14. hatta 15. yüzyıla tarihlenen haritalar var. Odanın oarasındaki dünya şeklindeki globeda ilk göze çarpan Amerika Kıtası'nın olmadığı. Demek ki 1492 yılı öncesine tarihli bir globe bu. Kristof Kolomb'un Yeni Dünyayı keşfinin üstünden tam 43 yıl geçmesine rağmen dünyanın son keşifler dahil haritası daha dünyaya dağılmamış demek ki. Eh o zaman internet te yok ki hapşırsan dünyanın öteki ucundan duyulsun. Bu harita ve bu globedaki bilgiler eşliğinde Cartier 1535 yılında ilk keşif yolculuğuna hep batıya giderek Asya'nın doğusunu bulmayı amaçlarayak çıkıyor. Ancak Asya yerine Kanada kıyılarını keşfediyor.





Cartier'nin yatak odası bölümüne geçiyoruz. Her odada olduğu gibi bu odada da büyücek bir şömine. Yatağı sanki pigmeler için özel üretilmiş, minicik. Yatağa boylu boyunca uzanmanın ölüm pozisyonu olduğunu düşündüklerinden o dönem insanları yatakta oturur pozisyonda uyurlarmış. Tavandan geçen ahşap purteller orijinal ve gemi purtelleriyle aynı. Merdivenin üstündeki çatıya baktığımızda görüntü bir geminin iç cephesinin görüntüsü. O dönemde ahşap işleriyle uğraşanlar genelde gemilere çalışırlarmış.



Alt kata iniyoruz. Cartier sanırım mutfakta vakit geçirmeyi seviyormuş. O ne güzel, o ne sıcak bir mutfak. O dönemde ocak kullanılmıyor, köşedeki o kocaman şöminede pişiriliyor yemekler. Uzun bir masanın sağ ve solunda iki bank. Üstünde gemiden getirilip tavana monte edilmiş ahşaptan kaşık kabı. O dönemde yemek yemek için sadece kaşık kullanılırmış. Geçmişi 16.yüzyılda Venedik'e uzanan çatalı Fransız kralları bile uzun bir dönem çatalla yemek yemeyi çok feminen buldukları için reddetmişler. Kaynaklara göre çatal kullanımı 1750 yılına gelinceye yaygınlaşmamış. Din adamlarından bazıları için, çatal kullanmak gereksiz ölçüde gösterişli bir hareketmiş. Piskoposlar, Fransa'da misafirliği sırasında yemeğini çatalla yiyen Bizanslı bir prensesi uluorta azarlamışlar bile. Oysa prensese göre, kraliyet ailesine mensup biri olarak yemeğe eliyle dokunmamak Bizans sofra adabının bir gereğiymiş. Rönesans boyunca keşifler, yolculuklar, fetihler sayesinde Avrupalılar yabancı kültürler, âdetler, görgü kuralları ve düşüncelerle tanışmış. Cartier'in mutfağına dönercek olursak eğer o mutfağa da henüz çatalın uğramadığını, herkesin zimmetli bir kaşığı olduğunu görüyoruz.



Avluda bu yaşam alanı binadan başka bitişik nizam hayvanların barındığı iki bina daha var.



Bu akşam Jacques Cartier'in minik şatosundaki ışık gösterisine davetliyiz. Umarım hava muhalefet etmez ve güzel bir akşam olur. Ben de fotoğrafları bu anları sizlerle paylaşabilirim.

2.8.11

Ortaçağ'da gezinti, Dinan...

Temmuz'un son günü, güneş pırıl pırıl, harika bir hava. T-shirtlerimizin üzerine ince montlarımızı giyip atlıyoruz motorumuza. Eh, yeni heves ne de olsa tadını çıkartmaya niyetliyiz motorun. Dinard, Richardais Köyü'nden başlayarak Rance Nehri kıyısı boyunca Ortaçağ şehri Dinan'a kadar ilginç bulduğumuz yerlerde duraklayıp, soluklanıyor, fotograf çekiyoruz. Rüzgarla birlikte odun ateşinde pişen ekmek, yeni biçilmiş çimen, sümbül, papatya gibi değişik kokular doluyor kaskımın içine. Kaskımın siperini açıyorum zaman zaman doğanın bu sürpizlerini içime çekebilmek için.

Kuzeybatı Fransa'da Dinard ile Saint-Malo arasından İngiliz Kanalı'na akan Rance Nehri'nin Manş Denizi ile birleştiği noktada kurulu 750 metre uzunluğundaki baraj çevre illerin en büyük enerji kaynağı. Rance Nehri yapay Ille Kanalı'yla Rennes'e kadar ulaşıp Vilaine Nehri ile buluşuyor. Rance Nehri'nden başlayıp, Ille Kanalı'nı aşıp Vilaine Nehri yoluyla yaklaşık 80 kilometrelik bir tekne yolculuğu ile Ille-et-Villaine Departmanı'nın başşehri Rennes'e ulaşmak mümkün. Neden olmasın belki bir dahaki sefer. Fransa'daki genellikle adlarını o bölgeye hayat veren nehirlerden alan 95 departman var. Rennes, Dinard, Saint Malo ve çevredeki diğer şehirlern bağlı olduğu Ille-et- Villaine Departmanı adını bu bölgeyi boydan boya geçip birleşen iki nehir Ille ve Villaine'den alıyor.


Richardais Köyü'nün Rance Nehri kıyısında eski bir değirmenden devşirme bir ev gözümüze ilişiyor. Aslında buradan ne zaman geçsek, hele bir de fotoğraf makinam benimleyse durup fotoğraflarını çekiyorum bu evin. Bu sefer de değirmen ev arşivime bir kaç yeni fotoğraf ekliyorum. Ev iki bölümden oluşuyor. Nehrin üzerindeki değirmen kısmı ve hemen ona bitişik ev bölümü. Günümüzde değirmen bölümü yere kadar camlı Rance Nehri'nin Manş Denizi'ne açıldığı noktaya manzaralı bir salona dönüştürülmüş. Arkası orman evin silüeti üstüne kurulu olduğu nehre yansıyor. Çevrede bir ev daha var, tek ses cıvıl cıvıl uçan kuşlar. Doğa ile içiçe harika bir hayat, imrenmemek elde değil.


Nehir boyunca yelkenliler. Kimi yelkenlerine rüzgarı doldurmuş nazlı nazlı yol alıyor, kimisi ise nehir kenarında yelken açacağı zamanı bekliyor. Nehir cezir durumunda dolayısıyla kıyıya yakın tekneler salmalarının üzerinde kumlara saplanmış. Kıyıda minik bir açık hava kilisesi. Meryem Ana cam arkasında inançlılara güç veriyor. Merdivenlerden çıkıp bakıyorum. Dilekleri için bazıları mum yakmış, çiçek bırakmışlar.Hisse kıyısındaki ecluse hep ilgimi çekmiştir. İlk ecluse'u Mısır'da Nil Nehri'nde görmüştüm. Baraj ile ilintili olarak Nehrin seviyesini ayarlayarak tekneleri bir havuza alıyorlar. Havuzun kapılarını kapatıp su seviyesini nehrin diğer tarafına göre ayarlayıp diğer kapıyı açıp teknelere geçiş veriyorlar. Geçiş için bekleyen tekneler var. Biz de nehrin üstündeki köprüde onların geçişini fotoğraflamayı bekliyoruz. İleride kıyıda balıkçı kulübeleri gözüme ilişiyor. Su öyle çekilmiş ki kulübeler ahşap direkler üzerinde kuma saplı duruyorlar. Buraya bir de sular yükseldiğinde gelmeli. Her 6 saatte bir sular ya tamamen çekiliyor ya da en yüksek halini alıyor. Her gün bu işlem yaklaşık 5 dakika öteleniyor. Burada herkesin evinde bir med-cezir takvimi var. Balığa çıkarken, teknenizi denize ya da nehre indirecekseniz ya da plaja gidecekseniz mutlaka bu takvime bakmalısınız. Suların 11 metre kadar çekildiğini düşünecek olursak bazı yerlerde yüzlerce metre, bazı yerlerde de kilometrelerce yürümeniz gerekebilir denize girebilmek için. Brötanya'daki birçok Ortaçağ şehrinden biri, benim favorim Dinan'a nehir boyundan ulaşıyoruz. Minik köprüsü, köprü ayağında romantik restoranı, ahşap pervazlı 13.,14. yüzyıla tarihlenen evleri, eski şehri çepeçevre çevreleyen sur, sanatçıların atölyeleri, nehir boyunca birbirine dipdibe yelkenlileriyle ihtişamlı Dinan manzarası nehir boyu sağlı sollu ağaçlardan sıyrılır sıyrılmaz karşımızda beliriyor. Bu ilk değil, belki 10cu, belki 15inci gelişim Dinan'a ama bu manzarayı her gördüğümde nefesimi tutuyorum, herşeyi bir anda görebilmek, hiçbir şeyi kaçırmamak adına gözlerimi dört açıyorum. Dinard'dan sadece 20 kilometre uzaklıktaki Dinan Côtes-d'Armor Departmanı sınırları içinde. 2006 senesi Ekim ayında ailemle Dinan'ı gezmiştik. Şansımıza o dönemde afişin bir sanat olarak değer kazanmasını sağlamış sanatçı Toulouse Lautrec'in sergisi vardı. Köklü bir Fransız aileye mensup olmasına rağmen yaşamını aristokratların arasında değil, aristokratların hor gördüğü kenar mahallelerdeki eğlence hayatının içinde yaşayan Lautrec'in Moulin Rouge pavyonunu anlatan resimleri ve afişleriyle Dinan'da karşılaşmak beni inanılmaz mutlu etmişti. 2000 yılında Tokyo'ya yaptığım seyehat sırasında Picasso'nun dünya genelindeki özel kolleksiyon tablolarından oluşan sergisini görünce de sevinçten çıldırmıştım.. Van Gogh gibi ressamlarla birlikte Art izlenimcilik akımının en tanınmış ressamlarından birisi olan Lautrec'in sergisine dönersek eğer, evet bu sergiyle karşılaşmak bizim için büyük şanstı.Normandiya ile Brötanya arasında stratejik noktada olan Dinan çevresi surlarla çevrilerek koruma altına alınmış. Hangi seneydi hatırlamıyorum, Dinan'da her yaz düzenlenen Ortaçağ festivaline rastgelmiştik. Surların içine o güne ait dekorlar yerleştirilmiş, adeta Ortaçağ bizler için canlandırılmıştı. Ortaçağ'a ait kıyafetli insanlar ve o dönemde yenen ekmek, et ve tabi ki olmazsa olmaz, kırmızı şarap bizi aldı o yüzyıla götürdü.


Birazcık o dönemlere dönecek olursak;


Dinan'ın eteklerine ilk 9. yüzyılda keşişler yerleşiyor. Onların ardından gelen lordlar ahşap kale inşa etmişler. İki yüzyıl sonra Benedictine Manastırı kurulmuş. 12. yüzyılda, ertafına inşa edilen taş surlarla korunmuş şehir. Şehir gelişimine 1341 ile 1364 yılları arasında Fransa ile İngiltere arasında 23 sene süren savaşlar sırasında ara veriliyor. 1357 yılında kuşatılan şehir etrafına kurulu 2650 metre uzunluğundaki surların da yardımıyla Bertrand Du Guesclin tarafından Thomas Canterbury'e karşı başarıyla savunuluyor. 1364'de IV. Jean şehri kuşatıyor ve bir ay sonunda şehre girmeyi başarıyor. Brötanya'nın kraliçesi Anne'ın Fransa kralı 7. Charles ve ardından 12. Louis ile evliliği ile Brötanya artık Fransa sınırlarına dahil oluyor.

Geçen sene de Robert Doisneau'un "Le temps retrouve" adlı fotoğraf sergisinin ilanını bir yerlerde görüp düştük yollara. 120 fotoğraflık bir arşivin içinde Doisneau'nun gözünden 1900'lü yılların başlarında Fransa'yı keşfediyoruz. O dönemin teknolojisiyle çekilmiş, o dönemi capcanlı yaşatan harika fotoğraflar.


Haklıyım Dinan'ı sevmekte, beni asla utandırmıyor.



Minik köprüden geçip yokuş yukarı Dinan merkeze doğru tırmanmaya başlıyoruz. Yolun sağı solu ahşaplı taş evlerin pencerelerinden rengarenk çiçekler sarkıyor. Bu eski taş ahşap karışımı evlerdeki atölyeleri ziyaret ediyoruz. Burada yaşıyor olsaydık benim de burada mutlaka bir atölyem olurdu, canım çekiyor ama şu anda imkansız. Hayli acıkmışız. Yolumuzun üstündeki minik restoranda soluklanıyoruz. Ben "moules frites/midye, patates kızartma" yiyorum. Yves ise buralara özgü "gallette" krepin bir değişik şeklini yiyor içinde yine buralar özgü bir sosisle. Yanında da yine buralara özgü, elmadan yapılma, düşük alkollü cidre içiyoruz. Hım pek leziz.


Yola devam. Dinan'ın göbeğinde bir sanat merkezi var her yaz ziyaret etmezsem olmazsa olmazlardan. Her sene aynı sanatçılar, aynı tablolar bıkmadın mı diyor Yves. Yok bıkmadım. Minik galerilerden birinden çıkıp ötekine giriyorum. Yves haklı hep aynı sanatçılar, hep aynı tarz ve aynı tablolar. Sanırım bıktım. Söz seneye buraya uğramayacağım.


Saat kulesinin dibinde yine taş ve ahşap karışımı bir binanın dibinde canlı müzik yapan gençleri dinliyoruz.


Artık dönüş vakti. Dinan'ın üst kımından geçen viyadük yoluyla yüzümüzde güzel geçirilmiş bir günün tebessümü Dinard'daki evimize dönüyoruz.