29.11.10

Kenya'da Bayram...

Blog sahibinin notu: Kenya'da Bayram isimli yazi konuk yazar Tijen Ülgür tarafindan kaleme alinmistir.
Bu sene Kurban Bayramı’nı değişiklik olsun Konya’da kutlayalım diye ben bir fikir ortaya atmışken kızım daha da değişik olsun Kenya’da kutlayalım dedi. Kardeşim de bizi büyük bir zevkle ağırlayacaklarını söylediği andan itibaren hiç vakit kaybetmeden hazırlıklara başladık. Bu anlattığım aşamalar nerde ise 2010 senesi Mart ayına denk düşüyor. Biraz uzun vade plan, program yapmayı severiz ailece anlaşıldığı üzere. Fakat gördük ki bu işte bizden daha ileride olanlar var ve bu nedenle tüm aile fertleri ödül bilet ile aynı günde uçmak mümkün olamıyor. Demokrasilerde çare tükenmez, anniş ve ve babişi iki gün evvel yollayıp, iki gün de geç döndürürsek ailenin yedi üyesinin dokuz günlük bir zaman dilimini Kenya’da ortak geçirebileceği ortaya çıktı ve biletler buna göre alındı. Arada yaz tatilleri yapıldı, Şeker Bayramı kutlandı, okullar açıldı, ara karneler alındı ve nihayet Kenya’ya gidiş vakti geldi. Tabii bu arada kardeşim Figen ile aramızda hummalı bir e-mail trafiği ile Kenya’da geçireceğimiz zaman dilimi ince ince programlandı. Hangi gün, nereye safari, hangi tur şirketi ile gidilecek, nerede kalınacak, nerede neler yenecek vs vs hiçbir detay atlanmadı.

Figen'in her çarşamba gönüllü resim dersi verdiği Kangemi okulundaki çocuklar için Türkiye'deki dostlardan topladığımız kuru ve sulu boyalar, fırçalar, resim defterleri, çeşitli farklı resim malzemesi ve kutularca puzzle beşimizin bavullarına pay edilip sonunda seyahate hazır hale geldik.

Kenya’ya uçuş annişler için pek rahat geçti. Bizim için ise aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Tam 1 saat rötarla uçağa bindik, bir süre geçti ki bir anons: “Sayın yolcular kaptanınız konuşuyor. Uçağımızın telsiz sistemindeki giderilemeyen bir arızadan dolayı bu uçaktan inip başka bir uçağa geçmemiz gerekiyor.” Geçtik geçmesine de Nairobi’ye inişimiz 3 saat gecikmeden dolayı sabah karşı 4’e doğru oldu. Neyse evde birkaç saatlik dinlenmenin ardından “Buraya oturmaya mı geldik, hadi başlasın Nairobi seferi” dedik ve attık kendimizi yollara.

Nairobi’de gözüme ilk çarpan şey bitki örtüsü. Beklentimin aksine inanılmaz yeşillikte bir doğa, dev boyutta bitkiler ve ağaçlar var. Evde binbir ihtimamla büyütmeye çalıştığım çiçekler sokaklarda, yol kenarlarında, dev ağaçların üzerine sarılmış, rengarenk, cıvıl cıvıl.

Ikinci dikkatimi çeken şey, yollardaki yürüyen insanların bolluğu. Günün her saatinde, şehrin her yanında, bir yere yürüyen insanları görüyorsunuz. Kenyalı kadınlar genellikle toprak ve yeşil tonlarının hakim olduğu renklerde tayyörleri ve hafif topuklu ayakkabıları içinde kimi zaman asfalt yolların kenarındaki bir tarafı çiçekli toprak kaldırımlarda, kimi zaman da engebeli toprak yollarda yürümekte. Ama istisnasız hemen hemen hepsi tayyör giymekte. Tayyör giydiklerine göre hepsinin ofiste falan çalıştığını düşünmeyin sizler de benim gibi. Yol kenarında bir şey satan kadın da, evlere gündelik temizliğe giden kadın da, grupla müze gezmeye gelen üniversite öğrencisi de, ofiste çalışan da benzer kostümler içinde.
Neyse, biz şimdi geçelim ilk günkü yaşadıklarımıza. İlk durağımız Walk-in Safari, Nairobi National Park. Aşağıda o gezinti sırasında çekilen birkaç fotoğrafı görebilirsiniz. Daha parkın girişinde iki pigme rhinoyu izlerken peşimize takılan park görevlilerinden biri sayesinde epey bilgilendik, normalde park içinde ziyaretçilerin kendiliklerinden gitmeye cesaret edemeyecekleri bölgelere girebildik ve epeyce fotoğraf çektik.
Bu gezinti sırasında Afrika’nın en tehlikeli ve ölümcül hayvanının ne olduğunu bilir misiniz diye bize sordu park görevlisi. Biz de gayet kendimizden emin Rhino dedik. Görevli “No” dedi. Biz sırası ile saymaya devam ediyoruz: Aslan, leopar, suaygırı, fil... Görevlide ne desek kafa yana sallanmak suretiyle etkisini pekiştirdiği cevap aynı: “No”. Sonunda dayanamadık, “Yetti gayri, sen söyle kardeşim. Bak buraya tatile geldik, vaktimiz kısıtlı, daha gezecek yerlerimiz çok” dedik de cevapladı. Meğerse Afrika’nın en tehlikeli, en ölümcül hayvanı sivrisinek imiş. Neyse ki biz önlemimizi yola çıkmadan aldık, tüm sineksavar cihazlarımız ve spreylerimiz ile hazırlıklıyız savaşa.



Nairobi’ye gelişimizin ertesi günü sabah erkenden uyanıyoruz, Masai Mara’ya yola çıkacağız, vakit Safari vaktidir!

Hem şoförlüğümüzü hem de rehberliğimizi yapacak olan Ratik yarım saat gecikiyor. Afrika için fazla bir gecikme sayılmaz, biz de tatildeyiz. Dolayısı ile hayatı sakin alıyoruz. Alıyoruz ama araçta arka iki koltuktaki emniyet kemerlerinin bozuk olması biraz canımı sıkıyor, fakat belli etmiyorum diğerlerine. Ratik bir Masai yerlisi, çoğu Kenyalı gibi o da İngilizce biliyor, freelance fotoğrafçı aynı zamanda. Başındaki Masai dokuması fotoğraf çekilirken kızgın Afrika güneşinden korunmaya yaradı, o günün akşamına örtüyü Ratik omzuna şal gibi atarak göğsünün üzerinde düğümledi ve soğuktan korundu, ertesi gün ise örtü bize piknikte yer yaygısı oldu.

Masai’ler Kenya'daki 42 kavimden biri ve nüfus itibari ile 20li sıralarda olmalarına rağmen belki de dünyada en çok tanınan afrikalı kavim. Geleneklerini korumaları ve hala eski yaşam biçimlerini sürdürmeleri onlara bu şöhreti sağlamış. Ratik de Nairobi'de işi olmadığı zaman köyüne dönüyor ve geleneksel kıyafetleri içinde bir Masai evinde yaşıyor. Ücret karşılığı girdiğimiz bir Masai Köyü'nde çektiğimiz birkaç fotoğrafı burada sizler ile paylaşmak isterim.



Ratik dikkatli bir sürücü, tehlikeli sollamalar yapmıyor ve aracı uygun hızda sürüyor. Ben de bu nedenle emniyet kemerine aklımı takmıyorum ve etrafı inceliyorum. Teneke damlı, bir odadan oluşan evler yolun iki yanına sıralanmış. Birkaç hane halkı tarafından ortak kullanılan tuvaletler dışarıda. Yoksulluğu uzaktan bile hissedebiliyorsunuz. Rift Vadisine bakan bir tepede biraz durup fotoğraf çekiyoruz.



Daha sonra bir saat kadar asfaltta gidiyoruz ve aniden bozuk satıhlı bir yola sapıyoruz. Herhalde kısa süre sonra biter diye umuyorum ama gidiyoruz, gidiyoruz, gidiyoruz, yol aynı. Hatta bir süre sonra daha da kötüleşiyor. Araç dört çeker olmasa mümkün değil o yolu aşmak. Etraf ıssız mı ıssız, o yoksul tek oda evler de epeydir gözükmüyor. Bir arıza olsa saatler geçer o noktaya yardım gelmesi. Bu tür düşünceler arada aklımdan geçiyor ama tatildeyim, pozitif düşünmeliyim diye uzaklaştırıyorum endişelerimi. Ana yoldan ayrılmamızın üzerinden yaklaşık 1,5 saat geçmişken benim endişe uzaklaştırma çabalarım işe yaramıyor, motor başlıyor teklemeye ve sonunda stop ediyor. “Gıv, gıv, gıv” Ratik marşa basıyor, ama çalışmıyor. Arabanın içinde herkes soluğunu tutmuş, endişe ile Ratik’e bakıyor. İlk hamle Yves’den geliyor ne olup bittiğini öğrenmek için. Ratik’in verdiği cevap hepimizin kanını donduruyor. “Benzin bitti”.
Nasıl biter, daha 1,5 saat evvel ana yoldan ayrılmadan evvel Narok’ta durup doldurmadık mı depoyu? Ratik benzincinin fişini gösteriyor, ödediği para ile tüm depo dolarmış gerçekten kardeşimin dediğine göre. Bu arada Ratik hala devam ediyor “Gıv, gıv, gıv”. “Dur devam etme, aküyü de bitireceksin.” dememize kalmadan motor yeniden çalışmaya başlıyor. Meğerse aracın iki benzin deposu varmış, birincideki benzin bitmiş. Ama bizim Ratik bunu bize baştan söylemediği için o an araç içinde bulunan herkes alnında boncuk boncuk birikmiş olan terleri siliyor. Mert bana dönüyor sabah evden çıkarken termosa doldurduğumuz çaydan bir bardak istiyor. Annem babama dönüp “Necati Bey, bir CD koy da, neşemizi bulalım” diyor ve böylelikle hep beraber mutlu yarınlara doğru yeniden ilerlemeye başlıyoruz.
Öğle yemeği vakti geceleme yapacağımız Kilima Camp’a ulaşıyoruz. Hemen eşyaları çadırlara taşıtıp, kamp yöneticisi tarafından verilen brifinge katılıyoruz. Bu sırada kampımızın etrafının tel ya da başka bir koruyucu ile çevrili olmadığından, akşamları yabani hayvanların çadırların yakınına gelebileceğinden, etrafta tüm gece boyunca Masai korumaların dolaştığından, eğer bir yabani hayvan ile karşılaşırsak korkmamamız, sadece ses çıkarmadan olduğumuz yerde ya da çadırın içinde kalmamız gereğinden haberdar ediliyoruz. Çünkü Masai Mara'da en hantal, en ağır hareket edeceğini tahmin ettiğiniz, o yüzlerce kg ağırlığındaki hayvanlar insanlardan çok daha hızlı koşabiliyor.
Daha sonra öğle yemeğimizi yiyor ve takip eden birkaç saati çadırda dinlenme ile geçiriyoruz. Sonunda saat 16’ya doğru Kenyalıların “Game Drive” olarak adlandırdıkları safariye çıkıyoruz. Hepimiz çok heyecanlıyız.

Ama önce kamp idaresine akşam game drive dönüşü duş yapmak istediğimizi bildiriyoruz. Bildirmemizi istemelerinin bir nedeni var. Çünkü kalacağımız sahra çadırlarında duş, WC ve elektrik mevcut olmasına rağmen sıcak su yok. İstendiğinde çadırın dışında bulunan depoya taşıma usulü sıcak su dolduruluyor ve 40lt’lik depo idareli giderseniz 3 kişinin duş yapmasına yetiyor. Suyu ılıştırma şansınız yok, eğer baştan sıcaklığı kontrol etmeyip de duşa başlarsa ilk duş alanın haşlanma ihtimali yüksek. Ilıştırmak için yapmanız gereken şey rüzgarın deponun üzerinde dolaşarak doğal olarak soğutmayı sağlamasını beklemek.

Sıcak su depomuz

Neyse, şimdi gelelim ilk günkü safari maceramıza. Tanzanya Serengeti Park ile Masai arasında sadece Mara Nehri sınır yapıyor ve gunular, peşi sıra zebralar ve buffalolar senede iki kere Masai Mara'dan Serengeti'ye ve Serengeti'den Masai Mara'ya göç ediyorlar. Harika bir zamanda Masai Mara'ya gelmişiz meğer. Gunular, zebralar ve buffalolar kilometrelerce uzayan tek bir sıra halinde çoktan Serengeti'nin yolunu tutmuslar, bizi bekliyorlar. Doğanın düzeni ve hayvanların içgüdüsünün karşısında bir kez daha hayran kalıyoruz.

Isterseniz burada söze biraz ara verelim, resimlerle ifade etmeye çalışalım yaşadıklarımızı.





İlk akşam yemeğin ardından erken dinlenmeye çekiliyoruz. Fazla enerji sarfedilecek bir şey yapmıyoruz gibi geliyor ama bence yüksek irtifa ve engebeli arazide araç içinde seyir sırasında sürekli bir yere tutunma ihtiyacı hepimizi yoruyor ve çadırlarımıza yöneliyoruz. Görevlilerce çadırlara giden yolun kenarına gaz lambaları dizilmiş, çadırların önündeki kancalara da birer tane asılmış. Fermuarlı kapıyı açıp içeri girdiğimizde içerideki yatak başı lambaların da yakılmış ve yatakların üzerindeki örtülerin alınmış olduğunu görüyoruz. Kaldığımız yer çadırkamp ama otel hizmeti verilmekte olması hepimizi memnun ediyor. Yatağıma ilk oturduğumda olduğum yerde bir irkiliyorum. Yatağın içinde, battaniyenin altında, sıcak, hareket eden, yumuşak bir şey var. Biraz daha dikkatle dokununca bunun aslında sıcak, yumuşak ama hareket etmeyen bir şey olduğunu anlayıp bir cesaret battaniyeyi açıyorum. Bu arada seneler evvel Baba filminden bir sahne canlanıyor gözümde. Adam sabah yatağının içinde, ayakucunda ıslak ve sıcak bir şeyle uyanır, en sevdiği atının kanlar içindeki başı. Nedense o sahneyi anımsıyorum. Karşıma çıkan şeyin içine sıcak su doldurulmuş bir termofor olması beni gülümsetiyor. Ohhh, sıcacık bir yatak gibisi yok, yorgunluk veren bir uzun araç yolculuğu ve ardından yapılan safariden sonra.


Önce Masailerin çoklukla yastık, zaman zaman tabure, zaman zaman da vahşi hayvanlara karşi savunma aleti olarak kullandıkları ahşap nesneyi ben de yastık olarak kullanmayı deniyorum. Yüksek ve sert geliyor, alışmak lazım herhalde diye düşünüp normal yastığı tercih ediyorum.

Ertesi sabah kahvaltı ardından kamptan yeni bir safari için ayrılıyoruz. Öğle yemeğimizi Masai Mara doğal reservi içinde, kamp yetkililerinin bizim için hazırladığı piknik malzemeleri ile doğada yapmayı planlıyoruz. Anniş ve babiş temkinliler, araçtan dışarı çıkmıyorlar. Ratik’in çok rahat hareket etmesi bizi de cesaretlendiriyor ve piknik kutularımız ile Afrika toprağına yayılıyoruz.


Nairobi'ye dünüste Masai Mara'dan transit geçiş bileti alarak Tanzanya ile Kenya'nın kesiştiği sınır noktasına geliyoruz ve arabadan inip bu anı fotoğraflarımızda ölümsüzleştirmek için pozlar veriyoruz. Tanzanya-Kenya sınırını simgeleyen taşın üstüne çıkıp Kenya'nın en popüler şarkısı "Jambo, Jambo Bwana"yı bir ağızdan söylüyoruz. Bu sırada Zeynep'in suratına bir akbaba pisliyor. Ratik derhal müdahale edip, bunun Masai geleneğinde şansa ve o gün iyi bir şey olacağına işaret ettiğine inanıldığını söylüyor ama Zeynep çok üzgün.
Nairobi’ye, eve vardığımızda herkes mutlu ama yorgun. Kimi dinlenirken, kimi çamaşır yıkıyor. Bir köşede Zeynep piano çalıyor, okul ödevleri ile birlikte notalarını da buraya getirdi. Derken bir Figen çalıyor, bir Zeynep, bir de yan bloktaki Koreli konser piyanisti hanım. Balkondan dev jakaranda ve begonvili seyrederken üçünü dinliyorum, hangisi daha başarılı karar veremiyorum.

Ertesi sabah erkenden yola çıkıyoruz. Bu gün hedef Nairobi içinde görülmesi gereken yerleri gezmek. Önce Nairobi National Museum’a gidiyoruz. Figen’den defalarca hikayesini dinlediğimiz Ahmed of Marsabit’in iskeletini göreceğiz. Ahmet şanssız bir fil, türünün son örneği olduğu için uzmanlarca diğer bir fil türü ile çiftleştirilip devamı planlanırken bir gün bulunduğu parkta bakıcıları tarafından ölü bulunmuş. Daha sonra yapılan röntgen incelemelerinde kafatasında muhtemelen fildişi avcılarınca atılmış bir kurşunun bulunduğu tespit edilmiş. O dönem devlet başkanı Kenyatta tarafından iskeletinin korunması ve sergilenmesi için büyük destek verilmiş.
Ahmed’in olduğu yerin önüne bir de tartı konulmuş, amaç Kenya’daki vahşi hayvanların kaç kg geldiğini deneyimle yeni nesillere öğretmek. Figen ve Zeynep birer leopar ağırlığında. Ben bir üst rütbedeyim, ufak bir yaban domuzu ile benzer ağırlıkta çıkıyorum. Seyahat başında ben de bir leopar gibi idim. Dönüşte acilen rejime başlamalıyım. :-( O sıra aklımıza bu tartıyı kullanarak annemin ağırlığını öğrenmek fikri geliyor ve diyoruz ki "Dördümüz beraber çıkalım tartıya, bu da böyle bir anı fotoğrafı olsun". Muzip planımıza göre annem, Zeynep, ben ve Figen tartıya çıkacağız, ben “hop” işareti verdiğimde üçümüz zıplayacağız ve annem tek başına tartıda kalacağı için durum çıkacak ortaya. Ama annem de en az bizler kadar cin, üçümüz aramızda sadece gözler ile anlaşmamıza rağmen o da biz dışarı zıplarken atıyor kendini aşağı. Öğrenemiyoruz yine. :-)


Sonraki durağımız Nairobi Fil Yetimhanesi. Dünyanın bir başka yerinde bir başka fil yetimhanesi var mı bilemiyorum ama burada yaşları 1,5 ay ile 24 ay arası değişen 19 tane yavru fili bir arada, suda oynarken, geceyi geçirdikleri küçük korudan bizim olduğumuz yere doğru biberonlarından süt içmek için koşa koşa, bağıra çağıra gelirken gözlemleyip, onlara dokunup, kokularını hissediyoruz. Doğal afetler neticesinde annesi ölmüş ya da fildişi avcıları tarafından öldürülmüş yavru filler buraya rapor ediliyor ve 3 yaşına kadar burada bakılıyorlar. Daha sonra belli bir adaptasyon süreci sonrası Tsavo East'deki diğer yetimhaneye transfer oluyorlar. Tsavo Park'a getirilen minik filler için doğaya alıştırılma süreci başlıyor. Gündüzleri evci çıkan minik filler parktaki sürülerle dolaşıyor, akşamları yine yetimhaneye geri dönüyorlar. Bu süreç ta ki yetim yavru parktaki diğer filler tarafından gruba kabul edilinceye kadar sürüyor.

Bir sonraki durağımız Kitengela Cam Stüdyosu. Yolunu bulmakta başta biraz zorlansak da pes etmiyor ve öğle yemeği vakti tesise ulaşıyoruz. Karnımız acıkmış, acıkacağını zaten baştan biliyorduk, hazırlıklıyız. Endişeye hiç gerek yok. Hemen piknik sepetimizden nevaleyi çıkartıp yemeye başlıyoruz. Yiyecek kokusunu alan Kitengela sakini hayvanlar bir anda etrafımızı sarıyorlar. Annemin hayvanlara karşı uyguladığı başarılı geri püskürtme çalışmaları sonucu yemeğimizi bitirip, tesisi gezmeye geçiyoruz.


Ilk Kitengela mozaik atelyesini inceliyoruz. Figen ile Zeyno şakalaşarak mozaik atelyesine giriyorlar. Arkalarından Salvador Dali'ye benzeyen bir bey onları takip ediyor. Ben benzettim yani, isterseniz benzeyip benzemedigine en iyisi siz karar verin.


Megerse bu Dali'ye benzeyen bey Türkmüş, ama Türkçesi onun açıklamasiyla "Broken Turkish". Türkiye hudutları içinde hiç yaşamadığı için Ingilizcesi Türkçe'sinden çok daha iyi. Figen ile adını sonradan ögrendiğimiz Tüms Yeshim arasında derin bir sohbet başlıyor. Meğerse ikisi de birbirinin Nairobi'deki varlığından haberdarmış ama o güne kadar karşılaşmamışlar. Tüms, metal heykel sanatçısı, eserlerini bize gösteriyor. Çok ilginç, modern çalışmaları var. Beğeni ile izliyoruz. Figen Nairobi'de yakında ağaç baskı sergisi açacağından bahsediyor. Tüms Bey de sergiye davet edilirse pek memnun olacağını ifade ediyor. Kartvizitler değiş tokuş ediliyor ve yolumuza devam ediyoruz.



Bu arada Mert Kitengela sakinlerinin çocuklarının her gün okula gitmek için kullandıkları asma köprüden karşıya geçmek için bir girişimde bulunuyor ama annemin israrlı çabaları sonucu yarı yoldan geri dönüyor.

Bu günlük sondan önceki durağımız Kazuri el yapımı seramik takı atölyesi. Kazuri Swahili dilinde ufak ve güzel demek. Burada üretilen seramik takılar da ufak seramik parçalardan oluşuyor ve gerçekten çok güzeller. Atölyede kocası olmayan, çocuklu, özürlü ve zor durumdaki kadınlar işgücünü oluşturuyor. Atölyenin ufak bir bölümünde seramik kap, kacak da yapılıyor ve sadece bu bölümde tornada çalışan birkaç erkeğe rastlıyoruz. Girişte bizi karşılayan rehber hanım eşliğinde atölyeleri geziyoruz ve sonunda da mağazadan alışveriş yapmayı ihmal etmiyoruz. Buyrun sizler de benim rehberliğimde bir Kazuri gezisine.


Çok yorulduk ama eve dönmeden bir durağımız daha var, Karen Blixen House. Hayatı "Out of Africa" filmine konu olmuş bir avrupalı hanım Karen. Kikuyular için çok önemli, onların arazilerine kavuşmalarında büyük uğraşı var. Bunları bir gece önce filmi evde bir kez daha izlediğimiz için biliyoruz. Binanın içini maalesef gezemiyoruz, vakit çok geç olmuş. Sadece uzaktan bir fotoğrafını çekmekle yetiniyoruz.

Bir sonraki gün yine erken kalkıyoruz. Bugunkü program birkaç saatlik bir yolculuktan sonra Nakuru’daki parka ulaşmak, orada safari ve otelde geceleme. Sabah matatumuz (4 çeker minibüs diyelim tercümesi olarak) erkenden geliyor, şoförümüz bu sefer Joe. Joe bir Kikuyu, yani Kenyada bulunan en kalabalık nüfuslu kavimden. Şu anki Kenya Devlet Başkanı da işte bu Kikuyuların şefi. 2007 yılında yapılan seçimlerden sonra en büyük kavim olan Kikuyular ile ikinci kalabalık kavim Luolar arasında bir egemenlik çatışması olsa da sorun devlet başkanının Kikuyu, başbakanın da Luoların şefi olarak belirlenmesi sonucu çözülmüş. Şu sıra barış hüküm sürmekte Kenya’da.
Neyse biz yine konumuza dönelim. Biniyoruz matatumuza, evin bahçesinden çıkarken Yves “Transmissionda bir sorun var” diyor. Joe bu lafa gülümseyerek, “Hakuna Matata” diye cevap veriyor. Bu Swahilice “No problem” demek. Joe’ya güvenip yola devam ediyoruz. Bir saat kadar ya gidiyoruz, ya gitmiyoruz -ama bu sefer English Road denen gidiş-geliş asfalt bir yoldan gidiyoruz- bu araç da teklemeye başlıyor. Figen turizm şirketinden bir yetkili ile görüşüyor. O yetkili bizim Joe ile görüşüyor. Joe yakınlarda bir tamirci ile görüşüyor ve sonunda çıkan karar neticesi Gılgıl isimli bir ufak kasabada bir restoranın önünde Joe bizi araçtan indiriyor. "Burada beni bekleyin, geri geleceğim anacığım" meali bir sözler ediyor. Son anda Zeynep’in aklına bagajdan ev ödevini almak geliyor. Neme lazım, kaç saat burada kalacağımız belli değil, bari ödev aradan çıksın diyor çocuğum, biz de pek bir takdirle onaylıyoruz bu davranışı. Giriyoruz restorandan içeri, dekor bir değişik. Gündüz cafe-restoran, akşam buna ilave olarak striptiz bar hizmeti veren bir tesis. Bir yandan bir şeyler içiyoruz, bir yandan imece usulü Zeynep’in Fransızca ödevi tamamlanıyor ve o iki saat nasıl geçiyor anlamıyoruz. Joe iyi bir çocuk, sözünde duruyor ve geri geliyor. Tamir olarak 4 çeker olan aracı 2 çekere düşürmüş, ön tekerleklerden gelen ses yok olmuş. "Gider mi?" diyoruz. "Gider mi gider" diyor. Tekrar biniyoruz aracımıza ve yeniden koyuluyoruz yola.
Kenya’nın bu bölgesi sanki daha bir müreffeh ve bakımlı geliyor gözümüze, Nakuru da ufak ama derli toplu, hoş bir şehir. Yine burada da insanlar sokaklarda, bir yerden bir başka yere yürümekteler. Kalacağımız otel kent merkezine çok yakın, Nakuru Gölü çevresinde bir tepede, Lion Hill Lodge. Odaya yerleşme, ardından araç arızasından dolayı tesise geç giriş yaptığımız için büfe kaldırılmadan koşturmacalı bir öğle yemeği ve sonra gelsin Nakuru safarisi. Babam yol yorgunu. Odada dinlenmeye çekiliyor, safariye katılmayacak. Nakuru'da normal safaride göreceğiniz hayvanlara ek olarak flamingo ve pelikanlar var.
Aksam üzeri otele döndüğümüzde saat 19’da dans gösterisi olacağını öğreniyoruz. Açık alanda olacağımız için sivrisineğe karşı gereken tüm önlemimizi alarak dans gösterisinin yapılacağı bölüme geçiyoruz. Lokal vurmalı sazlar çalan müzisyenler grubu eşliğinde dans eden yerli kıyafetleri içerisinde Kenyalılar sahnede. İçimiz kıpır kıpır, bizim danssever bir aile olduğumuzu onlar da fark etmiş olmalılar ki kalabalık içerisinde gerilerde olmamıza rağmen ilk bize geliyorlar. Müzik "Jambo, Jambo Bwana". Hoba, haydi hep beraber, bir kez daha! Bir kez daha dememin nedeni bu parça Kenya'da her yerde çalıyor. Öyle ki bir süre sonra acaba hayatımda "Jingle Bells" i mi yoksa bu parçayı mı daha çok dinlemiş olabilirim diye düşünmeye başlıyorsunuz.
Jambo, Jambo Bwana, Hello, Hello Sir,
Habari gani, How are you
Mzuri sana. Very fine
Wageni, mwakaribishwa, Foreigners, you're welcome
Kenya yetu, In our Kenya
Hakuna Matata There is no problem
Daha sonra yemeğe geçiyoruz. Bizden başka o gün orada konaklayan iki Türk ailenin daha olduğunu öğreniyoruz. Ünlü ressamımız Bedri Baykam, ailesi ve arkadaşları. Yemeğe geçerken Türkçe konuşmaları duyup merhabalaşıyoruz, kendimizi kısaca tanıtıp, bayramlaşıyoruz. Figen orada da bir kartvizit değiş tokuşu yapıyor.
Yemeğin sonunda ise Bedri Bey jest yapıp bize bir pasta getiriyor, afiyetle yiyoruz.


Ertesi gün sabah 6 da kalkıyoruz, acele bir kahve içip hayvanlar yeni uyanırken izlemek üzere yola düşüyoruz. Bu sabah çok şanslıyız, kısa süre sonra karşımıza iki anne aslan ile yavruları çıkıyor.
İki saat sonra otele dönüp muhteşem bir kahvaltı yaptıktan sonra tekrar yola çıkıyoruz. İstikamet Naivasha Country Club. Burası ufak bir gölün kenarına kurulmuş, yemyeşil bir başka cennet. Biraz fotoğraf çekip, ufak bir içecek molası sonrası Nairobi’ye hareket ediyoruz.


Yol düşündüğümüzden uzun sürüyor, sabah çok erken kalktığımızdan eve döndüğümüzde hepimiz yine çok yorgunuz. Birkaç saat içerisinde bavulları toplamamız ve akşam saat 1’de Türkiye’ye dönüş için havaalanına gitmemiz gerekiyor. Erken yenen bir akşam yemeği ardından hepimiz saat 21 gibi uyuyoruz. Çalar saat saat 24’de çalıyor, zorlukla uyanıp sabah arabadan yarı dolu indirdiğimiz bavulları bu sefer dolmuş halde arabaya geri yüklüyor ve alana ulaşıyoruz.

Hoşçakalın Figen ve Yves, her şey için çok teşekkürler. Sayenizde süper bir tatil geçirdik.

Hoşçakal Nairobi ve Afrika. Tekrar görüşmek üzere...

5 yorum:

basak dedi ki...

Konuk yazarın kalemine sağlık. Başını patisine dayamış aslan masa üstüme yerleşti, oradan bana bakıyor, bilginiz olsun.

mamila dedi ki...

Konuk yazarınızı bir solukda okudum,güzeldi.Figencim demet henüz balayamadı yakında başlayacak umarım.İstanbul'a geldiğnizde sizinle tanışmayı çok isterim ve çok sevinirim. İstanbul'dan sevgiler.

figoltx dedi ki...

Evet, Basak'cim konuk yazarin kalemine saglik. Hep yazsa keske. Ben de yogunluktan yazi yazamayinca blogumda yayinlarim onun yazilarini. Ne güzel olur ama degil mi?
Basini patisine dayamis aslani Nairobi National Park'da Safari Walk yaparken çekmistim. Cok sevimli...
Mamila ben de çok arzu ederim sizinle tanismayi.... Sevgiler.

Adsız dedi ki...

Harika bir tatil harika bir anlatımla beni de safari yaptırdı.Fotolar zaten muhteşem gidip gelip bakıyorum.Çook sevgiler...
asis

Demet dedi ki...

Sevgili Figen, ablanın da en az senin kadar usta bir gezi yazarı olduğunu söylemeliyim Çok güzel resmetmiş seyahatinizi. Bu arada,şu fil yetimhanesi çok ilgimi çekti. İnşallah en kısa zamanda ben de bir Afrika seyahati düşünüyorum. Hayal gerçeğin yarısıdır, öyle değil mi?

Sevgiler...