29.12.12

Fas'ın Sıvı Altını - Argan Yağı

2012 Aralık ayının ikinci haftası Marakeş’de 2 gece, oradan da kiraladığımız arabayla Fas’ın Atlas Okyanusu’na kıyı şehri, eski adıyla Mogador, yeni adıyla Essaouira’da 3 geceliğine konaklamak üzere yola koyulduk. Marakeş’den Essaouira’ya doğru 1 saat kadar yol almıştık ki yol kenarında üzerinde keçilerin olduğu bir ağaç görüp, trafik kurallarının hiçe sayıp az ileriden U dönüşü yaptık. Söğüt dalına yuva yapmış mandanın şarkısını biliyorum da ilk defa ağaca çıkmış bir keçiyle karşılaşıyordum. Fas’a gelmeden önce eşim Yves bana argan ağacından ve bu ağacın meyvelerini yiyen keçilerin dışkılarından elde edilen yağdan bahsetmişti. Gerek kozmetikte kullanılan, gerekse tadı süper olan bu yağı üç Michelin yıldızlı şeflerin leziz salatalarına sihirli tad olarak ilave ettiklerine değinmişti. Gurmelerin artık çizmeyi aştıkları, tuhaflık olsun da ne olursa olsun diye keçi pisliğinden yağ çıkarılmasını bile desteklediklerini düşünüp anlattıklarını yüzümü ekşiterek dinlemiştim. Ancak hayatının beş yılını Fas’da geçirmiş eşimin anlattıklarına inanıp, Fas gezimize çıkmadan önce konu ile ilgili kaynakları araştırdım. Yves haklıydı; gurmeler dünyasına Fas'ın armağanı bu yağ, sadece dünyanın en ünlü şeflerinin, en iyi yemeklere gözünü kırpmadan servet ödeyen gurmelerin ağzını sulandırmakla kalmıyordu. Tıp ve kozmetik dallarında mucizeler yarattığından da bahsediliyordu. Çok basit ama tuhaf bir üretim biçimi vardı bu yağın. Sadece Fas’da yetişen argan ağacı (argania spinosa), keçilerin pisliği ve Berber kadınlarının el becerisi yeterliydi bu yağı üretmek için

Nasıl mı?

Milyonlarca yıl önce ilk türleri oluşan, zamanla aralarından biri, Fas'ın güneybatısındaki özel bir bölgeyi beğenip, sadece burada varlığını sürdüren “Argan” gerçekten sıradışı bir ağaç. Günümüzde 8 bin kilometre karelik bir bölgeye yayılmış seyrek ormanlık alanda, boyları 10 metreye ulaşan yaklaşık 20 milyon argan ağacı var. Fas’ın güney batı bölgelerinin kuraklığına mükemmel bir şekilde adepte olmuş, 150-200 yıl yaşayabilen çok dayanıklı argan ağacı kurak mevsimlerde hayatta kalabilmek için köklerini 30 metre derinliğe kadar uzatıp yer altı sularına ulaşabiliyor. Köklerinin su bulmak için çok derinlere kadar büyümesiyle toprağa tutunarak erozyonun önlenmesine yardım ediyor. Kuraklık daha da uzarsa yapraklarını döküp bir tür uykuya yatıyor, geçici olarak büyümesini durduruyor. Yüzlerce yıldır bölgedeki 120 civarında Berberi köyünün en önemli gelir kaynağı bu ağaç. Gölgesinde arpa yetişiyor, kökleri erozyonu önlüyor, kerestesi inşaatta ve yakıt olarak kullanılıyor. Sahra Çölü'nün hemen kenarındaki uygunsuz iklim koşulları yüzünden ancak iki yılda bir veren sarı, kayısı büyüklüğündeki meyvelerinden sözü edilen o mucize yağ elde ediliyor. Ancak meyvelere ulaşabilmek hayli zor. Zira bu ağaç türü meyvelerini korumak adına güçlü bir savunma sistemi geliştirmiş. Dalların arasına gizlenmiş meyvelere uzanmak isteyenler, her biri parmak uzunluğunda sert dikenlerden oluşan bir tür iğneli fıçıya girmiş gibi oluyorlar. Dalları son derece kırılgan olduğundan ağacı sarsarak meyveleri düşürmek de mümkün değil. Argan ormanları devletin koruması altında olduğundan ağaçları sallamak da yasak. Bu tedbirlere rağmen yavaş yavaş soyu tükenen Argan ağaçlarının kullanım hakkı zarar vermemek kaydıyla Berberilere tanınmış. Yüksek kozmetik ve gastronomik değeriden dolayı Fas'ın sıvı altını diye adlandırılan argan yağı yüzyıllar boyunca bu bölgenin Berber kadınları tarafından üretilmekte.

Meyvelerin hasadı için ya meyvelerin iyice olgunlaşıp, kendiliğinden düşmelerini beklemek ya da keçilerin ağaçlara tırmanmalarına izin vermek gerekiyor. Olgun argan meyvelerini çok seven bu bölgenin keçileri ağaçların en tepesine kadar çıkabiliyor, üstelik dikenlerden de çekinmiyorlar. İşte argan yağının üretim hikayesi bu aşamada başlıyor. Keçiler ağaçlara tırmanıyor, birer zeytini andıran meyveleri çekirdekleriyle midelerine indiriyorlar.

Sindirim işleminin tamamlanmasıyla da Berberi kadınlarının görevi başlıyor.

Keçiler argan yağı elde edilen, badem gibi sert kabuklu meyvenin ortasındaki yemişi sindirmeden dışkılarıyla birlikte çıkartıyorlar. Keçi pisliklerinin arasındaki çekirdekler teker teker toplanıyor, iki taş arasında kırılıyor, içindeki bademi andıran kısım çıkarılıyor. Zarı da elle ayıklandıktan sonra, iç kısım çekirdek kabukları odun ateşinde tavada kavruluyor, yanlız kozmetikte kullanılacak yağ için kavurma işlemi yapılmıyor. Kavrulan çekirdekler kadınlar tarafından el değirmeninde ılık su ilave edilerek hamur haline getiriliyor. Çekirdek hamuru yoğrularak yağı çıkarılıyor. Geleneksel Berberi yöntemiyle, kalitesine göre 30 ile 100 kilo argan meyvesinden 12 saatlik el emeği sonunda 1 litre argan yağı elde edilebiliyor. Argan ağacının nesli tükenmekte olduğu için 1998 yılında Fas Argan bölgesi UNESCO Biyosfer Rezervleri Programı’na dahil edilerek argan ağaçları koruma altına alınmış. Son bir asır içinde bir yandan keçiler, bir yandan develer, ağaç popülasyonuna büyük zarar vermişler ve neticesinde ağaç sayısı yarıya inmiş. Buna insanların ısınma ve inşaat için yok ettikleri ağaçlar, bunun sonucu olarak da çölleşme, öte yandan civar şehirlerin yayılarak orman alanlarını katletmeleri de eklenince yüzlerce kilometre karelik orman yok olmuş. Yerel halkı ve geleneksel yaşam biçimlerini korumak amacıyla gelir arttırıcı yollar aranırken, akla önce argan yağı gelmiş. Böylece bu yağ, UNESCO ve Fas yönetiminin desteğiyle kadın kooperatifleri kurularak dünyaya pazarlanmaya başlanmış. Fiyatları katlanarak yükselen, susam ve cevizi andıran yoğun aromalı yağ, bugün dünyanın önde gelen mutfak ustaları tarafından leziz yemeklerde, lüks salatalarda, kaz ciğerinde ve daha nice özel spesiyalitelerde damlalıkla kullanılıyor. Zira fiyatlar astronomik. Çok kaliteli argan yağının litresi 400 doların üzerinde. Kozmetik ve ilaç sektörleri de yağın özelliklerini araştırıp, her derde deva bir ürün olduğunda hem fikir olmuşlar. Kozmetik sektöründe kullanım amaçları şöyle: Derinin yaşlanmasını önlüyor, kırışıklıkları azaltıp, cildin sıkılaşmasını sağlıyor ve yumuşatıyor, güneşin zararlı ışınları, sigara, stres, çevre kirliliğinin olumsuz etkilerini ortadan kaldırarak hücrelerin yenilenmesini sağlayarak cildi canlandırıyor, hem kuru hem de yağlı ciltler için kullanıma uygun yağ sivilce tedavisinde de oldukça etkili, hamilelik çatlaklarının önlenmesinde faydalı, saç diplerine uygulandığında saçlara parlaklık veriyor, tırnakları besliyor ve kırılmalarını önlüyor! Yüksek oranda Evitamini içeren argan yağı yüksek oranda antioksidan özelliğine de sahip olmasıyla deriyi gençleştirdiği de söylenmekte. Kozmetik faydalarından ötürü yakın gelecekte yağın fiyatı daha da artacak gibi görünüyor.

Günümüzde keçilere ve sindirim sistemlerine hacet kalmadan makinelerle toplanıp üretildiğini öğrendiğim argan yağının marifetlerini kendi üzerimde bir an önce denemek üzere Essaouira’ya varır varmaz 1 şişe ediniyorum. Hele bir süre kullanayım argan yağının cildimde yaratacağı mucizelerle ilgili bir yazı daha yazarım.



19.11.12

Kitabıma İsim

Sevgili Blogdaşlarım,

Bildiğiniz gibi uzun zamandır bir kitap üzerinde çalışmaktayım. 2 senedir süregelen bu uzun ve zevkli, aynı zamanda da sancılı uğraşın sonuna geldim sayılır.

Sizlerden ricam aşağıdaki linkteki soruları yanıtlayarak kitabıma isim seçmeme yardımcı olmanız.

http://www.surveymonkey.com/s/VR5XBL2

Şimdiden katkılarınız için çok teşekkürler.

Sevgilerimle,

Figen Gündüz Letaconnoux

4.10.12

Bu YAZ mı? Nerede kalmıştım?

2012 senesi yazından bahsediyordum, araya bir sürü konu ve zaman girince elim de gitmedi bu arada klavyeye. Neyse, hazır bilgisayarın başına oturmuşken 2013 yazı gelmeden ben en iyisi tamamlayayım şu başladığım yazımı.

Evet, büyük üzüntüyla başlayan yaz tatilimizin ilk yarısı Fransa, Dinard'daki evimizde havayı kollayarak, geri kalan yarısı ise Çeşme Alaçatı'da ablamlarda ve annemlerde geçti.

Fransızların her gün neden hava durumunu mutlaka dinlediklerini ve o günlük hava tahminiyle ilgili konuştuklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Eh, yaz vakti güneş görmeyip, yağışlı havadan ötürü eve tıkılıp kalınca hatta üşüyüp şömineyi yakınca konuşmayıp da ne yapsınlar. Türkiye 40 dereceyle yanarken biz Fransa'da 15 dereceyle titriyorduk. Biz Dinard'dayken Etiyopya'dan eşyalarınınz Cibuti limana vardı, işlemlerin başlayabilmesi için Addis Ababa'ya gelip pasaportumuzun aslını ibraz etmemiz gerektiğinden Fransa'nın o berbat havasını bırakıp Etiyopya'ya doğru yola çıktık. Addis Ababa Fransız Konsolosluğu'nda pasaport kopyalarının aslı gibidir tastikli kopyasını hazırlatıp bırakmayı teklif etmiştik aracı nakliye firmasına ancak gümrüktekiler bu teklifimizi kabul etmediler. Durum böyle olunca sadece Etiyopya gümrük görevlisine pasaportumuzu 1 dakikalığına göstermek uğruna Paris-Addis-Paris 3 günlük yolculuğumuza çıktık. Etiyopyalılar nevi şahsına münhasır insanlar. Birkaç deneyimden sonra sinirlenmemeyi öğreniyorsunuz, başka çare de yok zaten eğer burada kendinize bir yaşam kuruyorsanız sinirlerinizin sağlığı açısından.
3 günlük bu abuk seyahatin sonunda tekrar Dinard'a döndüğümüzde havalar ısınmaya başlamıştı. Nairobi'de bir dönem kapı komşumuz Selma,eşi Marc, Marc'ın kızkardeşi ve Selma'nın iki kuzeni Fransa'daki bu yazın en sıcak gününde bizi ziyarete geldiler. Bahçede BBQ akabinde Dinard sahilde yürüyüşe çıktık. Dinard sahiline ve St. Malo'nun uzaktan silüetine bayıldılar. 1 hafta boyunca Brötanya Bölgesi'nde Cap Frehel'de kalacaklarından St. Malo, Mont St. Michel, Cancale ve Dinan'ı gezmek için yeterli zamanları vardı.
Ertesi gün kaç senedir planlayıp da yapamadığımız Fransa'nın Normandiya kıyılarına cephe İngiltere'nin adası Jersey'e günü birliğine gittik. Sabah erkenden motosikletimize atlayıp Dinard'a 10 km uzaklıktaki St. Malo'dan  kalkan feribota bindik. Ada turumuza mükellef bir İngiliz kahvaltısıyla başladık. Motosikletle püfür püfür yol alırken günün sıcaklığı bana mısın demedi. Jersey Adası ile ilgili izlenimlerimi başka bir yazıya bırakayım.
Yine güneşli gördüğümüz bir günü değerlendirmek için deniz motorunu Rance Nehri'ne indirip çocuklarla su kayağı yaptık. Evde olduğumuz zamanlarda bahçe düzenlemesiyle uğraştık. Gülleri, sümbülleri budadık, ayrık otlarını ayıklayıp çimleri kestik. Bahçeyle uğraşmayı çok seviyorum, insanı bedenen yorsa da ruhen dinlendiriyor.

Tatilimizin ikinci yarısında yine Etiyopya'dan eşyalarınız Addis Ababa gümrüğe ulaştı, acilen gelin diye bilgi çıkınca Yves Addis'e ben Alaçatı'ya doğru yola çıktık. Yves bürokratik işlemleri halledip ancak 1 hafta sonunda bize katılabildi. Alaçatı ailemle haşır neşir süper geçti. Bol bol hasret giderdik. Annem ve ablamla Çeşme civarında değişik koylarda denize girdik. Yves Alaçatı'ya gelir gelmez yarım kalan kitesuf eğitimine devam etti. Kitesurf yerine ben ailemle olmayı yeğledim. Ablamla Alaçatı'nın halen o eski havasını koruyan sokaklarında foto-safariye çıktık. Çok eğlendik çekimlerimiz sırasında. Ben benim metruk, içi diz boyu ot bürümüş evime girip fotoğraflarını çektim olur da bir gün restore edebilirsem "before" & "after" yapmak amacıyla.

Her güzel şeyin sonu olduğu gibi Alaçatı tatilimizin de sonu geldi ve Addis Ababa'nın yolunu tuttuk Yves ile. ilk üç gün Addis Hilton'da konakladık. Bu arada depoda bizi bekleyen eşyalar yeni kiraladığımız evimize teslim edildi. Evin az buçuk yaşanabilir kıvama geldiğine kanaat getirip üçüncü günün sonunda evimizde kalmaya başladık. Eşya tesliminden bir ay sonra koyduğumuz hedefleri tamamlayıp evimize tamamen yerleşmiştik. Aferin bize!

 2012 yazından fotolar...






















Buradaki hayat ve 1,5 ayda yaşadıklarımız da başka bir yazı konusu olsun.
Addis Ababa'dan Sevgiler..

23.9.12

The Power of a Black Line / Siyah Çizginin Gücü...

Addis Ababa'da sergileri gezmeye devam.


Talisman Gallery'de 8 Eylül'de açılışı yapılan "The Power of a Black Line / Siyah Çizginin Gücü" kaçırmadığımız diğer bir sergi. Tesadüf eseri Tamerat Siltan'ın ağaç baskı sergisinden haberdar olduk. Üzerinde severek çalıştığım ağaç baskı sanatıyla ilgili bir sergi kaçırılmayacak bir fırsattı benim için. Doğa, Etiyopyalı köylülerin yaşamı ve OmoVadisi'ndeki gerçek karakterlerin portrelerinin ağaç baskı ile kağıda siyah beyaz olarak aktarıldığı Tamerat'ın eserlerini çok beğendim. Sergide sadece baskılar değil, aynı zamanda baskıları yaptığı siyah ve beyaza boyadığı mdf kalıplar da sergilenmekteydiler.
Sergide Tamerat Siltan ile tanışıp, benim de ağaç baskı ile uğraştığımdan bahsettim. Telefon numarasını ve atölyesinin adresini aldım çalışmalarımdan örneklerle kendisini ziyaret etmek amacıyla. Henüz ziyaretine gidemedim ama en kısa süre içinde yapılacaklar listemde en üst sırada yer alıyor Tamerat'ı ziyaret.

Talisman Gallery'nin sahibi Massimo De Vita da Addis Ababalı bir sanatçı. Onun da çuha ile yapmış olduğu tablolarından örnekler sergi salonunun kapalı bir odasındaydı. İzin verdi gezdik. Çerçeve üzerine gerip şekil verdiği çuhayı boyayarak oluşturuyor tablolarını. Afrika'da kesinlikle hayal gücüne sınır yok. Ağaç figürlü bir tablosu Addis Ababa Müzesi'ndeymiş. Onunla da konuştum yaptığım ağaç baskılarla ilgili. Çalışmalarımı kendisine göstermemi, eğer uygun görürse Talisman Gallery'de bir sergi ayarlayabileceğini söyledi. Uzun zamandır baskı çalışmalarıma ara verdiğim için sergi salonunun hepsini çalışmalarımla doldurmam şu an için mümkün değil. Evmizin giriş katında, bahçeye açılan bölümü kendime atölye olarak düzenledim. Hele atölyemde çalışmalarıma bir başlayayım, elbet baskılarımdan örneklerle Massimo De Vita'nın kapısını çalacağım. Şu an için henüz erken.

22.9.12

Milenyum Mucizesi - Brook Yeshitila

Addis Ababa'daki evimize taşınalı 1 ayı geçti. Evimize yerleştik ve imkan buldukça Addis Ababa'nın kültürel aktivitelerini yakından takibe başladık bile.

Dün Addis Ababalı resim ve heykel sanatçısı Brook Yeshitila'nın ikinci kişisel sergisinin Asni Sanat Evi'nde açılışına davetliydik. Misyonunun eserleri aracılığıyla umut, barış ve sevgi mesajlarını yaymak olduğunu vurgulayan Brook'a hayran olduk. Brook’un sanatı birçok açıdan tek, eşi benzeri yok. Etiyopyalı sanatçılar genelde ülkelerinin baş sorunları olan fakirlik ve kıtlık konularını ele alamaktalar. 30 yaşındaki sanatçının amacı ise pozitif düşüncenin güzelliğini ve kaderi vurgulamak. 18 yaşında başlayan bir hastalık neticesinde yavaş yavaş felç olan Brook günümüzde sadece başını dik tutabiliyor ve kollarını kullanabiliyor. Zamanı yatar pozisyonda tekerlekli yatağında geçiren ve çalışmalarına yatağından devam eden Brook'a heykelleri için gereken malzemeleri arkadaşları tedarik ediyor. Ağır materyalleri Book'un istediği şekilde yerleştiriyorlar. Bir süredir CURE Etihopia Hastanesi tarafından tedavi edilen sanatçıya yakında ayaklarından başlanmak üzere seri operasyonlar yapılacak.  Brook'un tekrardan yürüyebilmesi için tünelin sonunda bir umut ışığının yanmaya başladığı söyleniyor.

"CURE Ethiopia Hastanesi operasyonlara daha başlamadan beni iyileştirmeye başladı bile" diyor suratından tebessümü eksik olmayan sanatçı. Yatar pozisyonda bu şaheserleri ortaya çıkaran Brook'un tekrardan yürümeye başladıktan sonraki eserlerini hayal bile edemiyorum.

Pozitif enerjisinin güneş gibi yayılıp tüm sergi salonunu ısıttığı Brook Yeshitila'nın inancını ve hayata bağlılığını asla kaybetmemesini ve en kısa süre içinde eski sağlığına kavuşmasını diliyorum..

""Milenyum Mucisesi" diye de anılan Brook Yeshitila'nın Asni Gallery'de sergilenen eserlerinden ve sergi anından fotoğraflar...









18.9.12

Vesselam...

Ekşi Sözlük'teki "vesselam" kelimesinin açılımı çok komiğime gitti sizinle paylaşayım dedim.

"Küçükken sadece babaannemden duyduğum bu kelime, bende okuma-yazma bilmeyen kadıncağızın bir çeşit sözlü imzası gibi bir izlenim uyandırmıştı. Babaannem özellikle dedikodu içerikli mevzular çok çetrefilleşti mi konuyla ilgili bir özlü söz yahut da kendi fikrini belirten kısacık bir cümle söyler ardından da "vesselam" der susardı. Yani bir çeşit "ahanda buraya yazıyorum" gibi bir şey.
Sonraları daha ilginç olan bir şey daha fark ettim ki o da: babaannemin bu sözü ile birlikte herkesin mevzuyu kapatmasıydı. Yani bu durumda bu sözcük, sadece babaannemin sözlü imzası olmakla kalmıyor, bizim oyunlarımızdaki "tıp" sözcüğünü de karşılıyordu. Ama anlayamadığım neden "tıp" deme yetkisinin sadece babaannemde olduğuydu. Düşününce bunun da babaannemin yaşına hürmeten kazandığı bir hak olduğuna karar verdim.
Tam "vesselam" mantığını bu şekilde güzelce kafamda oturtmuştum ki günlerden bir gün babaannemin kızkardeşi olan büyük teyze ziyaretimize geldi. Yine tanımadığım, bilmediğim insanlardan bir mevzu tartışmaya konuldu. Sonra büyük teyze bir şeyler söyledi söyledi ve pat "vesselam" dedi, bitirdi. Herkes de kafasını sallayıp sustu. Şimdi sormazlar mı bu kadına "sen kim oluyosun da bizim evimizin büyüğünün imzasını kullanıyosun?" diye.. Sormadılar.. Üstelik büyük teyze babaannemden yaşça küçüktü de. Bunun üzerine beni başka bir düşünce aldı tabii. Acaba "vesselam" sözcüğü babaannemin ailesine ait bir çeşit imza mıydı? Bir soyadı ya da ne bileyim aileye özgü bir kapanış sözcüğü gibi. Tamam dedim kesin böyle. Aileden kalan iki kızkardeş var zaten sadece. Onlarda bu sözcüğü kullanma yetkisi.
Uzun bir müddet babaannem ve büyük teyzeden başka kimseden duymadığım bu yüce sözcüğü, bir ev ziyareti esnasında yine babaannemin köylülerinden birinden duyup derin bir sarsıntı geçirdim. Hemen babama döndüm. kimdi bu adam? Babaannemin dıdısının dıdısının dıdısı. Akraba filan da sayılmaz. konu gitgide karmaşıklaşıyordu. Acaba babaannemin köyüne has bir sözcük müydü bu?
Kelimenin kullanıcıları arttıkça benim için etkisi de kaybolmuş gibiydi. Artık "vesselam" sözcüğünden sonra susulmasını gereksiz buluyordum bi kere. Ne o öyle. Her önüne gelen "vesselam" desin bitirsin mevzuyu. bu sözcüğü duyduğum yerde inadına anladığım-anlamadığım her konuda saçmalayıp bir şeyler söyler olmaya başladım, sırf konuyu bitiren bu cins kelime olmasın diye.
Beni böylesine dengesiz düşünce ve davranışlara iten bu kelimenin genel kullanımda da yeri olduğunu nasıl idrak ettim hatırlayamıyorum ama küsüp söylemez olduğum bu deyişi sözlüğümden silip rahmetli babaannemle ilgili güzel anılar köşesine iliştirdim." (gosalyn mallard, 26.09.2005 14:24)

Nasıl? Süpermiş değil mi, vesselam?

10.9.12

10 Eylül senenin son günü...

Etiyopya nevi şahsına münhasır bir ülke. Zaman içinde verdiğim örneklerle siz de Etiyopya'nın ilginç özelliklerine şahit olacaksınız.

Bu duruma en güzel örneklerden biri Etiyopya'nın Julien Takvimini kullanıyor olması ve dolayısıyla bir yılda 13 ay yaşıyor olmaları. Etiyopya’da bir yıl 30 günlük 12 ay ve 5 veya 6 günlük artık bir aydan oluşuyor.

Julien Takvimi Isa’nın doğumundan 7 sene 113 gün sonra kullanılmaya başladığından Etiyopyalılar yeni yıla Eylül’ün 11’inde giriyorlar. Bugün onlar için 2004 senesinin son günü. Kullandıkları Julien Takvimi'ne göre bizden 7 sene geriden geliyorlar.

2001'de Amerika'da gerçekleştirilen terör saldırısıyla hafızalarımıza kazılı 11 Eylül canım babacığımın, halacığımın ve sevgili eniştemin doğumgünleri olması dolayısıyla benim için hayli önemli bir gündür. Ha bir de Etiyopyalılar Noel’i her yıl 7 Ocak’ta, canım ablacığımın doğumgününde kutluyorlar. 

Ya benim doğumgünüm 5 Haziran'a bir kutlama düşünmüyorlar mı?

2005 senesinin Etiyopya'ya tüm güzellikleri beraberinde getirmesini diliyorum. 

3.9.12

Etiyopya dün 21 yıllık Başbakanı Meles Zenawi'yi son yolculuğuna uğurladı...

Etiyopya'da 21 yıldır ülkenin başında olan Başbakan Meles Zenawi'den yaklaşık 2 aydır haber alınamıyordu.

Net bir resmi açıklamanın yapılmadığı ülkede; medya, başbakanın bir hastalık nedeniyle yurtdışında tedavi gördüğünü bildirirken, hastalığın ne olduğuyla ilgili ayrıntı da verilmiyordu.
Basında Zenawi’nin Belçika'da istirahat ettiği ve iyileşmeye başladığı yönünde yazılar çıkıyor, gerçek ise Etiyopyalılar'dan saklanıyordu.

Etiyopya’nın ev sahipliğinde düzenlenen son Afrika Birliği liderler zirvesine de katılamayan Zenawi’nin sağlık durumu hakkında ülke basınında birçok spekülasyon çıkmıştı.

Brüksel’de tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybeden Etiyopya Başbakanı Meles Zenawi’nin naaşı özel bir uçakla ülkesine getirildi.

Binlerce Etiyopyalı, 57 yaşında ölen liderlerinin cansız bedenini taşıyan uçağı karşılamak için başkent Addis Ababa’daki havaalanına akın etti. Zenawi’nin bayrağa sarılı tabutu, askeri törenle halkın ziyareti için bir süre tutulacağı Başbakanlık Konutu’na götürüldü. 21 yıldır ülkeyi yöneten Başbakan Meles Zenawi'nin ölüm haberiyle yasa boğulan Etiyopyalılar: “O büyük bir liderdi ve maalesef ardında yarım kalan çok şey bıraktı. Başlattığı demokratikleşme süreci bitmemişti. Onun niteliklerini başkalarıyla karşılaştırmak mümkün değil, gerçekten çok üzgünüz” diye dile getiriyorlar duygularını.
Zenawi’nin yerine geçici olarak Başbakan yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Hailemariam Desalegne atandı.

Dün düzenlenen resmi törenle Meles Zenawi Etiyopya'nın son Kralı Haile Selassie'nin mezarının bulunduğu mekana defnedildi.  

27.8.12

Bu YAZ mı? Nereden başlamalı?

Yazı yazmaya o kadar uzun süre ara verince insan nereden başlayacağına bir türlü karar veremiyor. Deminden beri ekran, ben ve klavye birbirimize öyle bakışıp duruyoruz. Böyle bakışarak olmayacak ben en iyisi mi bıraktığım yerden ele alayım hikayemi.

Sanırım AGS Nakliye firmasına 15 Mayıs 2012'de Nairobi'deki eşyalarımızı  teslim ettiğimiz tarihe kadar geri gitmem gerekecek. 

Evet, 15 Mayıs'da eşyalarımızı teslim eder etmez, bavullarımıza sıkıştırabildiğimiz miktar eşyamızla Kenya'dan ayrılıp, eşimin o dönemde hasta olan annesini ziyaret amaçlı Fransa'nın yolunu tuttuk. Ona sürpriz yapmak istemiş ve Fransa'ya geliş tarihimizi söylememiştik. St. Malo'ya vardığımızda Brigitte ile Yves babanın aylardır ertelediği Paris seyahatinde olduklarını öğrendiğimizde hayli şaşırmış ve çok sevinmiştik. Demek ki kendinde seyahate çıkabilme gücünü bulabilmişti. Bizim geldiğimizi öğrenir öğrenmez seyahatlerini yarıda kesip St. Malo'ya döndüler. Brigitte anneyi beklediğimizden iyi durumda görmek bizi hayli mutlu etti. 1 haftalık Fransa kaçamağından sonra Etiyopya'da işler bizi bekler deyip yola koyulduk.
Her Fransa tatilimizin son günü, yol çıkmadan önce Brigitte annenin evine uğrayıp ona ve Yves babaya veda ettik. Brigitte bizi evinin merdivenlerinde her zaman ki güler yüzüyle, "Yaza görüşmek üzere çocuklar" diyerek uğurladı.

1 ayı geçkin bir süre valizlerimiz ve biz Addis Hilton'da ikamet ettik. Bu süre içinde Etiyopya'nın ağır bürokrasisiyle tanışıp, adeta yel değirmenlerine karşı savaş verdik. Kenya'da yaşarken muhtalif seferler Etiyopya'nın değişik yerlerini gezmiş ve bu gezilerimizi blogumda yazmıştım. Bir ülkeyi turist olarak gezmekle orada yaşamak çok farklı şeyler.   Bu sefer de şehrin sakini gözlüklerimizi takıp daldık Addis Ababa'nın günlük hayatına ve gördük anyayı konyayı.

Bu dönemde Fransız ve Türk Konsoloslukları'na kayıtlarımızı yaptırdık.

Uluslararası ehliyetle her ülkede araba kullanılabilmesine rağmen Etiyopya'da sadece lokal ehliyet geçerli. Bu durumda birer Etiyopya ehliyeti edinmemiz gerekiyordu. Gerçi yazması kadar kolay olmadı lokal ehliyetlerimize kavuşmak. Addis'in altını üstüne getirdik hangi otoritenin yabancılara ehliyet verdiğini öğrenene kadar. Onlar bilmiyorlar ki biz bilelim. Bu tür bürodakilerle Amharca konuşmak zaruri, Latin harfleri de hak getire. Eğer Amhar Alfabesini bilmiyorsanız hapı yuttunuz. Bu durumda bir Fanta'nızın olması gerekiyor. Etiyopya sıcak ve bu sıcakta deli danalar gibi dolaşınca dilimiz damağımıza yapıştı ve soğuk bir Fanta içtiğimizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Fanta bizim yardımcımızın adı.  Sağolsun, bize çok yardımcı oldu. O nereye sürüklendiyse biz de onu takip ettik. Nihayet doğru binaya ulaştık ama doğru ofisi bulmak için de hayli devindik. Ofisi bulunca, o ofisdeki hangi masa sorumlu bu işten, biraz da ona vakit harcadık. Herkes birbirinin suratına aval aval bakıyor, cevap verene kadar salise, saniye hatta bazen dakikalar geçiyordu. Neyse Allahtan Afrika'nın ritmine alışığız da bize pek zul gelmedi. Ofisi ve sorumlu kişiyi bulunca işler tıkır tıkır yürüdü. Bugün git yarın gel demelerini bekledim ama beni yanılttılar. Sevinçle ehliyetleri kapıp, zafer edasıyla bir çıkışımız var ofisten, görülmeye değer.

Bürokrasiye karşı ikinci savaşımız oturma iznimizi alırken gerçekleşti. Neyse bürokratik işlemler bizim dışımızda halledildiği için o ofis senin bu ofis benim dolaşmamıza gerek kalmadı. Çalışma izni çıkınca eşimin oturma izni kolayca çıkıverdi. Benim iki pasaportumun olması biraz Etiyopyalıların kafasını, dolayısıyla da olayı karıştırdı. Gerçi gördüğüm kadarıyla onların kafa herdaim karışık, ekstradan olaya dahil olup da karıştırmamıza hiç gerek yok. Ülkeye Türk pasaportumla girdiğim ve giriş damgası o pasaportumda olduğu için turistik vizemin bitiş tarihinden önce ülkeden çıkıp Fransız pasaportumla tekrar giriş yapmama karar verdiler. Ayol, veriver oturma iznimi Türk pasaportuma, olsun bitsin işte. Kafaları bir kere karıştı ya, Nuh dedi Peygamber demediler. Son güne kadar bekledik. Neredeyse Cibuti'ye Kızıldeniz'de serinlemeye gidiyorduk ki Türk pasaportuma oturma izni vermeyi lütfedip kabul ettiler de biz de ülkeden çıkmak zorunda kalmadık. Yuppi! Çalışma ve oturma izinleri de cepte.

Addis Ababa'da yaz başı kaldığımız 1 ayı aşkın sürede 40'a yakın ev gezdik. Bazı evler çok küçük, bazıları çok büyük. Büyük evlerin bir avuç içi toprak ve yeşillikten oluşan bahçeleri, bahçeleri kabul edilebilir boyuttakilerin inşaat kaliteleri felaket. Yani ne siz sorun ne ben anlatayım durumları söz konusu.  Nihayetinde gönlümüzdekine yakın evsafta bir ev bulabildik. Her kadı kızının bir kusuru olduğu gibi bunun da kusuru içinde kiracı olması ve evi devralmamızın ancak 15 Ağustos tarihinde mümkün olmasıydı. Eh, ilk görüşte aşk olarak nitelendirilebilecek bu ev için yaz tatilimizi önceye çekmeye karar verdik. Ancak başka bir sorun daha vardı halldilmesi gereken. 15 Mayıs'da Nairobi'den yola çıkan, Kenya'nın kıyı şehri Mombasa'dan gemiyle Hint Okyanusu'ndaki Fransız adası Reunion'a uğrayıp, ardından da Cibuti'ye, oradan da kara yoluyla Addis'e maksimum 1,5 ayda varacağı söylenen eşyalarımızın biz tatildeyken depoda tutulması gerekiyordu. Addis'deki aracı nakliye firmasıyla konuştuk ve bu konuyu da tatlıya bağladık. Tam Fransa'ya gidiş tarihimize karar veriyorduk ki acı haberi aldık. Bir süredir hastanede tedavi altında olan eşimin annesini 24 Haziran 2012 Pazar sabahı kaybetmiştik. Daha 1 ay önce bizi Etiyopya'ya uğurlarken evinin merdivenlerinde bize el sallamış, yaza görüşmek üzere sözleşmiştik. İnsan bu tür üzücü olayların başkalarının başına geleceğini, kendine teyet geçeceğini farz ederek yaşıyor. Gerçeklerle karşılaşınca da karmakarışık duygularla başbaşa kalıveriyor savunmasızca. Hemen yola düştük Fransa'ya doğru. 26 Mayıs akşamı St.Malo'ya vasıl olduk. O öğleden sonra sevenleri Brigitte ile vedalaştılar. Makjajı, saçı başı yapılmış, en güzel kıyafetleriyle tabutun içinden eminim ki her zamanki pozitif enerjisini etrafa saçıyordu Brigitte. Bu seremoniye yetişemememiz iyi de oldu, zira Yves annesini en son olarak 1 ay önce kanlı canlı evinin merdivenlerinde bize el sallarken hatırlamak istedi. Bence de haklı. O törene ben dayanabilir miydim? Bilemiyorum.  Ertesi sabah çiçeklerle bezenmiş cenaze arabası önde bizler arkasında, konvoy olarak Rennes yakınlarındaki krematoryuma doğru yola çıktık. Annenin vasiyeti yakılmaktı. Bize de bunu yerine getirmek düştü. Krematoryumun bir salonunda bizi bir süre bu sefer kapağı kapalı tabutla başbaşa bıraktılar. Tabutun arkasında doğa fotoğraflarından oluşan bir dia gösterisi ve fonda asansör müziği diye tanımlayabileceğim bir müzik. Yaklaşık 10 dakika sonunda tabutun önünden teker teker geçip Brigitte ile vedalaştık. Ardından bizi bekleme salonuna aldılar. Salonun köşesindeki ekranda tabutun bir metal kol vasıtasıyla  ağzından ateş püsküren bir canavarı andıran ocağa itilmesini ve canavarın ağzının kapanmasını izledik. 2 saat süren kremasyon işlemi sonunda elimizde üzerindeki pirinç plakada "Brigitte Letaconnoux" yazan bir kapaklı vazo (urn) ile kalıverdik. Brigitte artık boyut değiştirmişti. Öğleden sonra Yves'in babasının mezarına vazo yerleştirilene kadar boyut değiştirmiş Brigitte bizimleydi. Ben ilk defa kremasyon seremonisine katılıyordum, benim için bu bir ilkti ve yaşananları hazmetmekte hayli güçlük çekiyordum. Aslında bu işleme benim kadar uzak olmayan diğer aile bireyleriyle konuştuğumda onların da benimle aynı hisleri paylaştıklarını, yaşananları hazmetmekte zorluk çektiklerini duymam beni biraz rahatlattı.

İşte hayat bu kadar basitti aslında. Ne için debeleniyoruz ki? Demiyorum geleceğe bakmıyalım, geleceğe yatırım yapmayalım, bakalım tabi ki ama geleceğe bakarken anı ıskalamıyalım. Bir çoğumuz aynı hataya düşüyoruz. Bir çok şeyi yarına erteliyoruz. Belki de yarın yok, hiç olmayacak. Haydi ne duruyoruz o zaman?.

İşte bizim bu yaz tatilimiz böyle hüzünlü başladı. Uzun bir süre inanamadık anneyi yitirdiğimize. Evine her gittiğimizde onun o neşeli sesinin yankılarını aradık odalarda. Mutfaktan yine eli kolu dolu çıkacakmış gibi geldi, ama nafile. Yine hüznümüzü içimize gömüp döndük evimize. Kenya'ya bizi ziyarete gelemediği için hayıflandık. İstanbul'a biri turistik, diğeri de bizim düğünümüze geldiği için, o güzel anıları birlikte paylaştığımız için bir nebze de olsa avunduk ve avunuyoruz.


Seni asla unutmayacağız.

Her zaman kalbimizde yaşayacaksın Brigitte! 

Bu yazı aslında bitmedi ama bu satırları yazarken ben tükendim. Dolayısıyla bir sonraki yazımda tatil diyebilirsek eğer yaz tatilimiz, Etiyopya, bürokrasi gibi konulara devam edeceğim.

Sevgiler Addis Ababa'dan...   

17.7.12

Afrika artık yanı başınızda....


Belgesellerde seyrettiğiniz, fotoğraflarına hayretle baktığınız, gezi kitaplarını imrenerek okuduğunuz, size çok uzaklarda, masalsı bir diyar gibi görünen Afrika artık sizin yanı başınızda.

Türk Havayolları’nın haftada her gün İstanbul-Narobi’ye ve sadece Cumartesi günleri dışında diğer günler İstabul-Addis Ababa’ya düzenledikleri uçuşlar sayesinde Kenya ve Etiyopya sizlere sadece bir uçuş mesafesinde.

Nairobi ve Addis Ababa’ya THY’nın uyguladığı uygun fiyatlı gidiş-dönüş bilet imkanıyla veya aynı destinasyonlarda uyguladığı sadece 20.000 Miles’e uçuş imkanıyla KENYA ve ETİYOPYA sizler için artık hayal değil.

Yapmanız gereken sadece tatil tarihlerinize karar verip bize bildirmek. Arzu ederseniz uçak biletlerinizi siz ayarlayın, arzu ederseniz tüm organizasyonu bize bırakın.


Sizin istekleriniz doğrultusunda gerek Etiyopya gerekse Kenya’da düşlediğiniz tatil organizasyonu butik hizmet anlayışıyla TurAfrika sizler için düzenliyor.

Afrika ile ilintili hayallerinizi gerçekleştirmek için daha ne duruyorsunuz?

TurAfrika sitesindeki İletişim Formuna gireceğiniz seyahat tarihleriniz ve tatil ile ilgili tüm talepleriniz doğrultusunda en kısa sürede size özel hazırladığımız programla geri döneceğiz.

Kendi turunuzu yaratmada size yol gösterecek TurAfrika sitemizdeki Kuzey Etiyopya Örnek Turları ve Kenya Örnek Turları inceleyebilir, Kenya ve Etiyopya'yı tanıtıcı gezi anılarında gezintiye çıkabilirsiniz.


1.7.12

Jamaika - Etiyopya arasındaki köprü : Rastafarianizm

Günümüzde halk arasında sadece bir saç modelinden / trendden ibaret görülen rasta, aslında bir yaşam tarzı ve bir inanış biçimi, hatta bazı kesimler için bir din olarak kabul edilmekte.

Rastafari inanışı, kurucusu olan Haile Selassie’nin adıyla anılıyor. Haile Selassie'nin asıl adı Tafari Makonnen. Ras Tafari’nin Türkçe karşılığı ise "Prens Tafari" (ras=prens). Ras Tafari kral olduktan sonra “ilham gücü” anlamına gelen Haile Selassie adını almış.

Rastafarianizm dinine inananlar Etiyopya'nın son kralı Haile Selassie’yi tanrının dünyadaki yansıması olarak görmekteler. Rastafarianizim Mısır kökenli Ra dinlerinin Hristiyanlik ve Yahudilik ile karışımından oluşan bir din. Musa’nın asıl yol gösterdiği kutsal kavimin siyahlar, özellikle de Etiyopyalılar olduğunu savunuyorlar. Musevilik ile Hıristiyanlığın karışımı olan bu dini inanış hareketine göre, Hazreti Musa aslında zencilere liderlik etmiş ve Zion denen kutsal toprakları, cenneti onlara vaat etmiş. 1900'lü yılların başında, zamanında Afrika'dan götürülen köleleri tekrar Afrika'ya döndürme misyonunu üstlenen Marcus Garvey, gittiği yerlere bu dini yaymış. Bir gün bir mesihin Afrika'da ortaya çıkarak, siyah ırkı birleştireceği kehanetinde bulunmuş. Sayıları 150.000’ün üzerindeki bu inanışa sahip olanlara göre Hazreti İsa’da zenci.  

Marcus Garvey kendisine siyahileri ülkelerine geri döndürmek gibi bir misyon üstlenmişti. 1930’lu yıllarda Jamaika’da ayaklanmaya başlayan işçi sınıfına ait siyahların güç hareketine Marcus Garvey, “Afrika’ya Geri Dön” sloganıyla kimlik kazandırmıştı. Siyah insanların başarılarını ve Afrika topraklarının zenginliklerinden bahsetti. Garvey, Haile Selassie için insanlara: “Bakın Afrika’ya; bir siyahiyi kral yaptılar. O, size vaat edilenleri verecek olan kişidir” dedi. Böylece yoksul olan halk, kurtuluş anahtarının Afrika’da olduğuna inanmaya başladı. 
 
Haile Sellassie'nin Jamaika'ya bir ziyareti sırasında uzun süredir yağmayan yağmurun yağmasına vesile olduğu söylenmekte. Jamaikalı insanlar bu mucize karşısında onun Marcus Garvey'in kehanette bulunduğu mesihin Haile Sellassie olduğuna inanmışlar. Bu dönemde Haile Selassie’nin, Etiyopya’yı tam bağımsız monarşik bir yapıya kavuşturması bu bölgenin vaat edilen topraklar olduğuna olan inancı büyük ölçüde desteklemiş. Ayrıca Haile Selassie’nin dönemin tek siyahi kralı olması halk tarafından daha da kutsal olarak görülmesini sağlamış. Garvey’nin halkı bilinçlendirmesi, onları bir araya getirmek istemesi, Selassie’yi tanıtması ona peygamberlik sıfatının yakıştırılmasını sağlamış. Zaten kutsal olarak görülen Selassie de tanrı olarak kabul edilmiş. Haile Sellassie de bu sıfat karşısında 1960’lı yıllarda Jamaika'daki bu insanlara güney Etiyopya’da, Addis Ababa'nın 250km güneyinde Shashemene kasabasındaki kendi özel arazisini bağışlamış ve buraya yerleşmelerine izin vermiş. Rastafarizm Haile Sellassie’nin 1975’de ölmesine rağmen hala yaşamakta.  

'Doğayla bir olmak amacımız, ot içmek ibadetimiz' diyen rastalar, 1963 yılında Etiyopya'nın son imparatoru Haile Selassie'nin rastalara toprak bağışlamasıyla 'yurt' sahibi oldular. Rasta'nın renkleri siyah, kırmızı, sarı ve yeşil. Kırmızı, yeşil ve sarı renkleri Etiyopya bayrağı, siyah Afrika halkını temsil ediyor. Sarı bütün altın mücevher ve hazineleri, yeşil insanların üzerindeyürüdüğü dünya. kırmızı ise siyah halkın dökülen kanını simgelemekte. 

Rastafari inanışının ilahileri zamanla müziğe dönüşmüş ve zaman içinde bu ilahiler Jamaika'da reggae müziğinin temellerini oluşturmuş.Jamaika usulü rock diye de geçen Reggae Ska müziğinden türemiş. Bu türün bilinen en büyük temsilcisi hiç şüphesiz ki Bob Marley.

Marley Etiyopya Ortodoks Hristiyan Kilisesi tarafından Kasım 1980'de Kingston, Jamaika'da vaftiz edilmişti. 1981 yılında kanserden öldüğünde Bob Marley gitarı ve İncil'iyle birlikte Jamaika'da toprağa verildi. Bob'un eşi Marley'in vasiyeti olan mezarının Etiyopya'ya taşıması için uzun yıllardır zorlu bir çaba içerisinde.

Bob Marley'in vasiyeti maalesef iki ülke arasındaki bürokrasiye takılı kalmıış durumda.

Hem Jamaika, hem de Etiyopya için hayli önemli olan Bob Marley'i bakalım bu bürokratik engellerin neticesinde kim topraklarına kazanacak? 

24.6.12

7 yaş gençleşmek mi istiyorsunuz?

7 yaş gençleşmek mi istiyorsunuz? Estetik cerrahlara ne hacet, doğru Etiyopya’ya...

Etiyopya Yunanca’da “Aithiopia“ kelimesinden türemiş, yanık yüzlülerin ülkesi anlamına geliyor. Etnik gruplar, diller, dinler, coğrafya, klima, toprak örtüsündeki saşırtıcı farklılıktan dolayı Etiyopya’yı en iyi tanımlayan kelime çeşitliklik. Bu kadar çeşitliliğin içinde kendine has özellikleri günümüze kadar koruyan Etiyopya’da güneşin doğduğu saat günün ilk saati, güneşin battığı saat ise günün son saati olarak kabul ediliyor. Gün iki parçaya bölünmüş, her parça 12 saatten oluşuyor. Uluslararası zamana göre sabah 6.00 Etiyopya saatine göre 12.00’ye denk geliyor. Aman Etiyopyalı birine randevu verirken saat konusunda dikkatli olun ağaç olup beklemek istemiyorsanız. Yıl boyunca bizdeki uygulama gibi saatleri bir ileri bir geri almakla uğraşmıyorlar. Ekvator’a çok yakın olduğu için Etiyopya günde 12 saat güneş alıyor. Etiyopya’nın diğer nevi şahsına münhasır özelliği de Julien Takvimini kullanması ve dolayısıyla bir yılda 13 ay yaşıyor olmaları. Etiyopya'da bir yıl 30 günlük 12 ay ve 5 veya 6 günlük artık bir aydan oluşuyor. Julien Takvimi Isa’nın doğumundan 7 sene 113 gün sonra kullanılmaya başladığından Etiyopyalılar yeni yıla Eylül’ün 11’inde tam babam, halam ve eniştemin doğum gününde giriyorlar. Noel’i ise her yıl 7 Ocak’ta, ablamın doğum gününde kutluyorlar. Küstüm bu Etiyopyalılara, benim doğum günümü atlamışlar.

Onların takvimine göre bizden 7 sene geriden geliyorlar.

Gençleşmek mi istiyorsunuz?

Estetik cerrahlara çuval dolusu para dökmenize hiç gerek yok, istikametinizi Etiyopya'ya çevirmeniz yeterli.

Hem de 7 yıl gençleşme garantili.

11.6.12

Roland Garros'un ardından...

Hint Okyanusu'dan bir ada Reunion'da havaalanına'da adı verilmiş olan Roland Garros'u hepimiz her yaz başı Paris'de düzenlenen tenis turnuvasından tanıyoruz.

Kimdir bu Roland Garros? Hiç düşündünüz mü? Eski bir tenisçi mi acaba?


Hint Okyanusu'ndaki Reunion Adası'nın başşehri Saint Denis'i gezerken çektiğim Roland Garros heykeli.

6 Ekim 1882'de Reunion Adası'nın başşehri Saint-Denis'de doğan Garos daha sonra egitimi için Fransa'ya gider. Garros Akdeniz'i uçakla geçen ilk Fransız pilot olma ünvanına sahip. I.Dünya Savaşı sırasında savaş pilotu olarak da hizmet veren Garros 5 Ekim 1918'de Akdeniz'i geçerken uçağının düşmesi sonucunda hayatını kaybeder.  Ölümünden 2 sene sonra, 1920'de Paris'de Le Stade de Roland Garros adıyla açılan tenis stadyumunda düzenlenen Fransız Açık Tenis Turnuvası zaman içinde "Les internationaux de France de Roland-Garros / Uluslararası Fransız Roland Garros Turnuvası" olarak anılır oldu.

Nadal'ın her servis öncesi şortunu çekiştirmesi, burnunu kaşıyıp saçlarını kulak ardına atması, hatta hatta t-shirtünü düzeltmesi gibi tikleri önceleri sinirime dokunsa da Djokovic'in agresif tutumu, hırsından  raketini yere fırlatması, bununla da yetinmeyip raketini üzerinde Perrier reklamı olan banka vurup, bankı parçalaması karşısında iyice Nadal fanatiği oldum. Bu sayede Perrier de reklamını yaptı. Perrier amblemi maç boyunca pek de izleyicilerin dikkatini çekmezken, tam da banktaki amblemin basılı olduğu yerin paramparça olmasıyla maçtan sonra Perrier satışlarının katlandığına eminim. Ne de olsa reklamın iyisi kötüsü olmaz demişler..

.
Sharapova ve Nadal'ın kupayı kazanmalarına hayli sevindim.

İkisi de hak etmişlerdi.

Tebrikler...

31.5.12

Nairobi-Etiyopya arası Fransa kaçamağı...

Nairobi'deki son günümüzde taşınma stresinden sanırım biraz etkilenmiştim. Nasıl bir baş ağrısı, nasıl bir halsizlik... Sanki eşyaları Nairobi'den Addis Ababa'ya sırtımda taşıyorum. Baş ağrısına yenik düşüp balkondaki ferforje koltuğun üzerine açılmamış kolilerden kendime yatak yapmış tam kıvrılıvermiştim ki elemanlar koltuğu altımdan söker gibi alıp tıra yerleştirdiler. Halbuki o ferforje koltuk bana nasıl da kuştüyü yatak gibi gelmişti. Yves sonunda çözümü bana bizim eski yatak odasının banyosunun yerine kolilerden yatak yapmakta buldu. Orada içim geçmiş biraz kestirmişim. Taşınma şirketi eşyaları teslim alır almaz biz de soluğu otelde aldık. Akşam yemeğine çıkacak halim olmadığından oda servisinden birşeyler istedik. Ama nafile, yemek yiyecek halim yok. Ayrıca odadaki yemek kokusu baş ağrımı daha da şiddetlendirdi. Ağrı kesicileri nereye koyduğumu bulamamak baş ağrımın üzerine adeta tüy dikti. Neyse aç biilaç ağrımla cebelleşerek bir gece geçirdim.

Ertesi gün Nairobi'deki arkadaşımız Esra'nın evinde diğer Türk arkadaşlarla buluştuk, neşeli bir gün geçirdik. Otele dönerken, hani derler ya, Nairobi'deki yaklaşık 4 yıllık yaşantımız gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti. Duygusal ben tabi ki bu filmi seyrederken gözyaşlarıma hakim olamadım. Bu yeni bir hikaye değil, ben böyleyim :-).

17 Mayıs 2012 sabaha karşı THY ile İstanbul üzeri Paris'e, Paris'den de araba kiralayarak Fransa'nın kuzeyine, Dinard'a uzun yolları katederek vasıl olduk. İki ülke arasında biraz nefes almak ve Fransa'da baharı yaşarız düşüncesiyle düşmüştük yollara. Her ne kadar tatilimizin başında baharı değil ama uzun zamandır yaşayamadığımız kışı yaşatsa da Fransa bize yine de evde olmak duygusu güzeldi. Kaloriferi yaktık, kalın, kışlık kıyafetlerimize bürünüp şartlara uyduk. Tatilin ilk yarısındaki kış bir anda kendini yazdan kalma günlere bıraktı. İnsanlar açılıp, saçıldılar, tabi ki biz de. Bisikletler çıktı, Manş Denizi boyunda yürüyüşler, güneşin ilk parıltısını görüp de plajlara akın edenler... Etraf birden cıvıl cıvıl oldu. Dinard'ın hem kışını hem yazını fotoğrafladık uzun yürüyüşler yaptığımız Manş Denizi boyunca.

Bu sene bahçedeki kamelyaları da görmek kısmetmiş... 
 
Dinard'da, Manş Denizi kıyısındaki şatovari evler...
 Korsanların şehri St.Malo'da kışın vahşileşen denize karşı savaş veren dalga kırınlar...
 Dinard sahilden karşı şehir St. Malo'nun silüeti...
Kıyıdaki martılar...
 St.Malo Sillion plajı kıyısındaki hep beğeniyle baktığım evler...

Birkaç saatlik Paris kaçamağı sırasında Seine Nehri kıyısında minik bir gezinti...

Yeterince enerji topladık şimdi Etiyopya'ya yerleşme zamanıdır...